Milletler için bazı tarihler vardır. Ne kabulü mümkündür ne de izahı! Hayrı da içinde taşır şerri de. Yaşarken bilinmez ancak yıllar sonra önemi de anlaşılır hikmeti de. 28 Şubat 1997 tarihi Türk Milleti ve siyaseti için böyle bir tarihtir.

Hatırlayalım bu tarihin öncesinde neler yaşanmıştı. 1995 yılında yapılan genel seçimlerde Necmettin Erbakan’ın genel başkan olduğu Refah Partisi birinci parti olarak seçimleri kazanmıştı. Seçimlerin ardından Refah Partisi birinci parti olmasına rağmen DYP – ANAP koalisyon hükümeti kuruldu. Ancak hükümetin resmiyet kazanması için gerekli olan güven oyu sayısına ulaşamaması nedeniyle 1996 yılında Refah – Yol Hükümeti kuruldu. Necmettin Erbakan başbakan, Tansu Çiller ise Başbakan yardımcısı olmuştu. Ne olduysa zaten bu tarihten sonra oldu. Gizli bir el düğmeye basarak ülkeyi o dönem için kaosa sürüklemeye başladı. Başbakan Necmettin Erbakan’ın Türkiye’yi ayağa kaldırmak için başlatmış olduğu planlar, yaşamış olduğu mütedeyyin hayat BİRİLERİNİ rahatsız etmişti. Rahmetli bu rahatsızlığı şu sözleriyle vaktiyle ortaya koymuştu “"Aslında bütün mesele; Türkiye'nin şeftali yerine, motor üretmeye kalkmasıydı." Yaşanılanlar o günler için kabul edebilir değildi ancak o günlerde verilen haklı mücadele bugünlerin önünü açmış, mücadele ederken kaçak dövüşme niyetinde olanların güç ve moral depolanan bir merkez haline döndü. Konuyu dağıtmadan geçmişe atıflar yaparak devam edelim. Rahatsız olan MGK toplantısı sonrasında özetle ülkenin “Atatürkçü çizgiden ayrıldığını, özgürlük ve eşitlik ilkesinin yok sayıldığını, laik düzen yerine irticanın getirilmek” istendiği gerekçesiyle post modern darbe yapıldı. Türkiye’nin atılım yapıp devletin milletiyle el ele vermesinden korkan BİRİLERİNİN sığındığı ve kendilerine maske olarak kullandıkları tek liman Atatürkçülük, insan hakları, laiklik, eşitlik kavramlarıydı. Emir kıta subayları da aldıkları emirler gereği harekete geçerek Türkiye siyasetine, idaresine, toplum düzenine ket vurmaya başladılar.          

“Atatürk” maskesiyle başlayan bu hareket Mustafa Kemal’ in annesiniz, kız kardeşinin, eşinin başörtülü olduğunu unutarak başörtüsü kullanan kadınları “öcü” gibi görmeye ve göstermeye başladı.

İnsan hakları diyorlardı ama insana saygıları yoktu. İş yerinde namaz kılanlar fişleniyor, bahçesinde Kuran okuyanlar “anayasal düzeni tehlikeye sokmak” suçuyla tutuklanıyorlardı. Post Modern Darbenin askeri, siyasi, bürokrasi ayağı olduğu gibi bir de medya ayağı vardı. Uğur Dündar başta olmak üzere birçok gazeteci ava çıkmıştı. Hiç unutmuyorum okulların da namaz kılan öğrenciler canlı yayınlarda servis ediliyorlardı. Onlar yapmış olduğu cadı avı neticesinde kızlarımız takmış olduğu başörtüleri nedeniyle okullara alınmazken, imam hatip okullarının orta okul bölümleri kapatılmak için sekiz yıllık kesintisiz eğitime geçildi. İmam Hatip Liselerinin önü kesilmek için üniversiteye girişte katsayı kuralları getirtildi. Bunları uygulayan mankurtlar imam hatiplileri hedef almıştı ama uygulamaların ülkeye verdiği zarar hakkında en ufak bir fikirleri yoktu. Yapılan ve yapılmak istenen post modern darbenin uygulanmasıyla gerekçesi arasında dağlar kadar fark vardı.             

Başbakan Necmettin Erbakan’ın MGK’nda alınlarından dökülen boncuk boncuk terlerin bir milletin şahlanışının can suyu olacağını kim bilebilirdi ki? Mütedeyyin hayat yaşamak isteyen herkes post modern darbeden etkilenirken birisi vardı o güçlenmişti. Bu kişi; darbenin baş faili olan Çevik Bir’e yazdığı bağlılık ve biat mektubunu kaleme alan terörist başı Fetullah Fülen’ den başkası değildi.     Zaman gösterdi ki aslında biat edenler ile biat etmiş gibi görünenlerin rolü tam tersti. Fetullah Gülen yıllardır içeriye sızamadığını söylediği askeriyenin içine 28 Şubat sonrasında sel olup akmaya başlamıştı. O gün askeriyenin içerisine konuşlanan hainler 15 Temmuz’da birden ortaya çıkarak “DOST MODERN DARBE” yapmaya çalıştılar. Hesaba katmadıkları bir şey vardı. Artık ne Türkiye eski Türkiye idi, ne de millet eskisi gibi olanlara kayıtsız kalıyordu. O gün Türkiye’nin motor üretmesine karşı çıkanlar bugün kafalarını gökyüzüne kaldırdıklarında zaman 28 Şubat sürecinde ezilen, horlanan kişilerin yapmış olduğu İHALARI, SİHALARI, HELİKOPTERLERİ, KAANLARI görüyorlar olmaları ne gam?

Erbakan MGK boncuk boncuk ter dökmüştü belki ancak o günler bu günlerin müjdecisi olmuştu. Takdir-i İlahi Erbakan’ın vefatı da 27 Şubat günü gerçekleşti. Sanki 28 Şubat anıldığı zaman Merhum Erbakan’a rahmet isteyin diyordu kader. Burada yazıya ara verip, ömrünü çalışmaya, azme, milletine ve davasına adamış Merhum Necmettin Erbakan’ın ruhu için bir fatiha arası verelim.

Öyle puslu ve karanlık günlerdi ki şimdi Cumhurbaşkanımız olan Recep Tayyip Erdoğan Siirt’te yaptığı konuşma sırasında okuduğu şiir sebebiyle yargılanmış ve ceza almıştı.  28 Şubat’a gelen süreçte en büyük hadiselerden birisi de kuşkusuz Sincan’da tankların yürütülmesiydi. Ordu gözdağı veriyordu. Sebep ise 31 Ocak günü Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen KUDÜS GECESİYDİ. Tankları yürüten komutan Yarbay Namık Kemal Çalışkan ifadesinde “Yapılan öncesinden planlanmış bir eğitim yürüyüşüydü” dese de hayatını mücadeleye adamış taraflı tarafsız hereksin saygı ve sevgisini kazanmış, 1992 yılında Alparslan Türkeş gibi bir lidere karşı çıkarak MÇP’den ayrılan ve meclis kürsüsünde ““Müslümanların iktidarını engelledi dedirtmeyeceğim”  diyen Merhum Muhsin Yazıcıoğlu 21 yıl önce Refah Partisi genel başkanı Necmettin Erbakan’ın Başbakan olduğu Refah-Yol koalisyon hükümetine karşı yapılan post modern darbeye direnen simge isimlerden biriydi. Darbenin arkasında bulunan sivil veya asker jakoben Kemalistlere o dönemde sert tepki göstermiş ve “Ordu gözbebeğimizdir; ancak namlusunu millete çevirmiş tanka selam durmam!” ifadesini o dönemde kullanmıştı. Asker üniforması giymiş sivillerin ve cuntacıların kudretli olduğu bir zaman dilimi olmasına rağmen Yazıcıoğlu ezber bozan bu açıklamasıyla belki de 15 Temmuz gecesi ete kemiğe bürünen darbe karşıtlığının ilk kıvılcımını da ateşlemişti. O gece toplum tıpkı Yazıcıoğlu’nun vurgusunda yer aldığı şekilde namlusunu halka çeviren tanklara teslim durmayarak milli iradenin bir kez daha ayaklar altına alınmasına izin vermemişti. Bir Fatiha arası da Rahmetli Yazıcıoğlu için verelim.          

O günlerde bu millet ödediği ağır bedellerin karşılığını bugün almaya başladı. Ödenen bedeller herkesin nasibine göre farklılık gözetse de benim hatırımda kalanlar bunlar. Bu hafta yazımızı Hoca Ahmet Yesevi’nin sözüyle bitirelim. Haftaya ömür vefa ederse buradayız efendim.
OLAN DA HAYIR VARDIR.