Bugün “Atatürkçülük” konusu halâ Türk toplumunda tartışılmaktadır. Bazıları Atatürkçülüğü tutunulacak tek dal olarak görüp kayıtsız şartsız sahiplenirken, bazıları çok gereksiz olduğunu savunmaktadır. Bazıları da Atatürk'ün bizzat kendisine ve O'nun ölümünden 86 yıl geçmesine rağmen yaşatılan düşünce sistemine doğrudan düşmandır. Ata’ya ve eserine düşman olan cahil ve aldatılmış gruplar, kendini Atatürkçü olarak tanımlayanlara karşı büyük bir kin ve düşmanlık beslemekte ayrıca bunu eylemleriyle her fırsatta ortaya koymaktadırlar.

Nereden nereye gelindiğini bilirsek, “Bugün Neden Atatürkçü olmalıyız ? sorusunun cevaplarına ulaşabiliriz. Bir bakıma Türkiye Cumhuriyetine Osmanlı Devletinden devredilen sosyal ve ekonomik mirası anlamadan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ulaştığı başarı seviyesinin değerlendirilmesini yapamayız.

- 1911 Trablusgarp Savaşı, 1912-1913 Balkan Harbi, 1914-1918 Birinci Dünya Harbi, 1919-1922 Kurtuluş Savaşı ile tam 11 yıl süren savaşların sonunda 1923’e gelindiğinde milletimiz yorgun, bitkin ve çok yoksuldu.

- Toprağını işleyecek, tarımını ve endüstrisini ilkellikten kurtaracak, yani kalan vatan toprağına sahip çıkacak insan gücünü cephelerde eritip bitirmiştik. Erkek nüfusu % 40'lara inmişti ve onlarda cepheye gidemeyen hasta ihtiyarlar, yaralı gaziler ve çocuklardan meydana geliyordu.

- Türkler cephelerde savaşıp ölürken ülke genelinde ticaret ve sanayi kuruluşlarımızı sahiplenen gayrimüslim tebaanın (Hristiyan ve Yahudi) büyük bir kısmı mübadele antlaşmaları ile yurdumuzu terk etmişlerdi.

- Vatanın her köşesi harpten nasibini almış, yanmış, yıkılmış ve tam bir harabe görünümünde idi. Sanayi tesislerimiz yoktu ve şekerden kumaşa, iğneden ipliğe kadar tüm zaruri ihtiyaçlarımızı dışarıdan satın alıyorduk.

- Birkaç şehir dışında kasaba ve köylerimize ulaşacak yol yoktu. Üretilen meyve ve sebzeler yol olmadığı için diğer bölgelere ulaşmıyordu..

- İnsan kaynaklarımızı yetiştirecek yeterli okullarımız ve bu okullarda öğretmenlik yapacak yetişmiş insan gücümüz yoktu. Baştan başa yeniden inşa edilmeyi bekleyen ülkemizde kalifiye işçi, usta ve eğitimli insan sayısı birkaç yüz kişiyi geçmiyordu. Ülkemizdeki üniversite mezunu sayısı sadece 3000 kişi civarında idi. Üniversitelilerin yüzde doksanını Harbiyeli, Tıbbiyeli ve Medreseliler oluşturuyordu. Üretime katkıda bulunacak, Ticaret, tarım, sanayi ve teknolojimizi geliştirecek teknokratların sayısı birkaç kişiden ibaretti.

- Yeraltı ve yerüstü doğal zenginliklerimizin işletmek bir yana, nerede nelerimizin olduğunu dahi bilmiyorduk. Ayrıca Liman ve demiryolu işletmelerimiz yabancı şirketlerin elinde idi.

- Ana sermayemiz yoktu. Kapitülasyonlar ve Osmanlı’nın ağır dış borçları yüzünden tamamen mağlup ettiği yabancı ülkelere bağımlı durumda idik. Dış ticaret tamamen yabancı kontrolünde idi.

- Kredi veren devlet kurumlarımız yoktu. Halkımız çalışma alanlarında devletten hiç destek görmüyordu.

Özet olarak milletçe yaşamamız tamamen dış destekle mümkündü. 200 sene önce Sanayi ve Teknoloji devrimlerini tamamlayan sömürgeci Avrupa ülkeleri; Osmanlı’nın tarihe mal edilişini ve bunun yıkıntılarını temizleme işinin yine kendisine devredileceği, her alanda kendilerine bağımlı ülke kurulmasını sevinçle seyrediyorlardı.

Avrupalılara göre; genç Türkiye Cumhuriyeti her şeye sıfırdan başlayacağından ve tamamen kendilerine bağımlı olacağından kalkınması ve güçlenmesi, yeniden tarih sahnesinde sözü geçer bir devlet vasfı kazanması imkânsız denilecek kadar zordu.

Bu tablonun acı ama gerçek olan tek vasfı; Atatürk ve arkadaşlarının her şeye yeniden yani sıfırdan başlayacak olmalarıydı. Bunun için ellerinde bir tek kaynak; Türk milletinin engin tarihi tecrübesi, bu tecrübe ile yoğrulmuş ileriye dönük başarma azim ve iradesi idi. Ayrıca milletine inanan ve gücünü iyi tanıyan bir dahi liderleri yönetimin başında bulunuyordu.

İşte bu yoklardan Atatürk önderliğinde 20. Asrın gerçek medeniyet mucizesi yaratılmıştır. Tarih sahnesinden silinmek istenen bir ülke ve bir millet; Ata’sının yönetimi altında 15 yıl gibi kısa bir süre içinde dünyadaki emsalleri arasında örnek bir duruma gelmiştir. Kendi ağır sanayisini sıfırdan kurmuştur. Kendi tanklarını, toplarını, havanlarını, göklerini koruyan uçaklarını, denizlerinde dolaşan savaş gemilerini imal edebilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Ata’nın önderliğinde geleceğine güvenle bakan mutlu insanların yaşadığı; saygın bir uluslararası düzeye erişmiş; enflasyonu tanımayan; borcu ve dış ticaret açığı olmayan; dostluğu hep aranan ve düşmanlığından sakınılan güçlü bir yapıya mucizevi şekilde ve 15 yıllık bir zaman süresinde erişmiştir.

Doğal olarak bu olağanüstü duruma sihirbaz değnekleri kullanılarak birdenbire ulaşılmamıştır. İnançlı kadroların, yüksek irade emrinde bilinçli, plânlı ve programlı çalışmaları ile ulaşılan bu hedefler dünyanın meraklı bakışları altında şaşırtıcı ve mucizevi bir hızla ve başarılı olacak tarzda teker teker ele geçirilmiştir.

Gazi’nin ölümünden sonra bu başarının devam etmesi gerekiyordu. Bunun da bir tek yolu Atatürk’ün çizdiği rotadan aynen yürümekti. Bu şekilde “Atatürkçülük” ve “Atatürkçü Düşünce Sistemi” Türk milletinin istek ve ihtiyaçlarından kaynaklanarak ortaya çıktı ve zaman içinde sistemli şekilde kurumsallaşarak günümüze kadar ulaştı.

1982 T.C. Anayasası; Atatürkçülüğün sistemleşerek uygulanmasının ulaştığı son nokta idi. Bu Anayasa her Türkün Atatürkçü olması gerektiğini ve ülkemizin Atatürkçü Düşünce Sistemine göre oluşacak yasalarla yönetilmesini öngörüyordu. Geçen 42 yıl içinde yapılan pek çok değişikliklere rağmen Anayasanın Atatürkçü Düşüncenin uygulanmasını öngören maddelerinin hiçbirine dokunulmamıştır.

Yüz yıl önce milletinin önüne düşüp, emperyalizme kesin darbe vurarak milletin egemenliğinin kayıtsız şartsız millete ait olduğu tam bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Atatürk bugün yoktur. Ama onun fikir ve düşünceleri ilk günkü gibi canlıdır. Bu ülke insanına sanki o sağmış gibi bu düşünceler yol gösterebilir. Çünkü bu düşüncelere inanmış milyonlarca Türk vardır.

Atatürkçü Düşünce’ye inanır ve sahip çıkarsak yeni Atatürkler aramamıza gerek kalmaz. Çünkü O'nun ‘Dengeli, Tutarlı ve Uygulanabilir’ nitelikteki özgün düşünce sistemi bugün bize zorla dikte ettirilmeye çalışılan sömürgeci zihniyetleri durduracak ve bu necip milleti yeniden şahlandıracak güçtedir.

Şimdi, Atatürk İlke ve Inkilapları üzerine doktora seviyesinde eğitim almış ve bildiklerimi tam 16 yıl üniversitelerde Türk gençlerine aktarmayı görev bilmiş bir kişi olarak bana düşen halkımı aydınlatma görevimi ifa etmenin huzuru içindeyim. Bilimsel derinliğine girmeden, bu düşünce sisteminin ne olduğunu, nasıl öğrenilip, nasıl tatbik edilebileceğini ve bu sürecin sonunda ulaşabileceğimiz noktaları kolay anlaşılır sade bir dille ifade ettiğim “ATATÜRKÇÜ OLABİLMEK” ve “ATATÜRKÇÜ OLMAK” isimli seri kitaplarımla bana düşen tarihi görevi yaptığımı değerlendiriyorum.

Atatürkçü Düşünceye inanmış Türk aydınları olarak her platformda milletimize bu düşünceleri anlatalım. Kazanılan her kişinin Türklük düşmanlarına karşı koymak için birer atom bombası gücünde olduğunu bilelim ve bıkmadan bu öğretiyi yayalım.İşte o zaman milletimize ve devletimize en büyük iyiliği yapmış olacağız...

Sonuç olarak; 31 Mart 2024 yerel seçimleri sonunda Türk Halkı Atatürk ve Atatürkçü Düşünce Sistemini tanımamakta direnen zihniyete dur demiştir. Seçimlerden güçlenerek çıkan Atatürk'ün kurduğu parti CHP büyük bir zafer kazanmıştır. Muhalefetin kesin zaferine rağmen ülkemiz dört sene daha Ak Parti iktidarı tarafından yönetilmeye devam edecektir.Önümüzdeki günlerde gerçek Atatürkçülere çok önemli görevler düşeceği açıktır.

Ben kendimi sorumlu olarak hisseden bir Türk aydını olarak yönetime ve vatandaşlarımıza “Neden Atatürkçü Olmalıyız” konusunda çok özet dahi olsa gerekli uyarıyı yaptığımı değerlendiriyorum.

Şurası unutulmamalıdır ki; şeriat insanların yaşam tarzını belirleyecek bazı kurallar koyar ama bunlarla devlet yönetilemez. Devletlerin idaresi şeriatla değil akıl ve bilimle oluşmuş yasalarla yapılır. Atatürk bize aklın ve bilimin yollarını göstermiştir Yolumuz Atatürk Yolu olmalıdır.