Uzman Klinik Psikolog EMRE YALÇIN ile bir araya geldik. Aşk nedir? İlişki emek ister mi? Aşk her şeyin üstesinden gelir mi? Ve çok daha fazlası röportajımızda…
Hoş geldiniz Emre Hocam, nasılsınız? Öncelikle sizi tanımak isteriz. Kimdir Emre Yalçın?
Merhaba, ben Emre Yalçın. İstanbul'da lisans eğitimimi tamamladıktan sonra, Polonya'da klinik psikoloji alanında yüksek lisans yaptım. Eğitim yolculuğumda, Amerika'da 1000 saatlik stajyer psikolog programını da tamamlayarak farklı bir perspektif ve klinik tecrübe kazandım. Şu anda İstanbul’da ikamet ediyor, hem yüz yüze hem de online terapi hizmetleri sunuyorum.
Çocuk, ergen ve yetişkin psikoterapisi alanında çalışmalar yaptığınızı biliyoruz. Size göre en zor grup hangisi?
Her yaş grubuyla çalışmanın kendine özgü zorlukları vardır. Çocuklarla terapi, onların soyut düşünme eksiklikleri ve duygusal ifadelerini zorlukla dile getirmeleri nedeniyle daha farklı beceriler gerektirir. Ergenlerle çalışmak, kimlik gelişimi ve bağımsızlık arayışı gibi karmaşık duygusal süreçlerle şekillenir, bu da süreci zorlaştırabilir. Yetişkinlerle çalışırken ise genellikle daha derinlemesine travmalar ve daha karmaşık sorunlarla karşılaşılır. Her grup için farklı yaklaşımlar gerekse de, kişisel olarak en zorlayıcı bulduğum grup ergenlerdir, çünkü bu dönemdeki kimlik arayışı ve sosyal baskılar, terapiyi oldukça karmaşık hale getirebilir.
Bazı insanlar hayatı sadece toz pembe bir şekilde yaşar. Onlar için hastalıklar, doğal afetler ve hatta ölüm dahi yoktur. Bazıları ise hayatı en mutsuz anından yakalar, iyileşmekten bile korkar. Sizce bu iki tip insan acı bir gerçekle karşılaşınca hangisi bu süreci daha ağır geçirir?
Dopamin, beynimizdeki "ödül ve motivasyon" sisteminin temel taşıdır. Hayatı toz pembe gören insanlar, sürekli olarak pozitif şeylere odaklanır ve beynindeki dopamin seviyeleri bu duruma alışır. Ancak acı bir gerçekle karşılaştıklarında, bu sistem bir anda altüst olur. Bunun nedeni şu: Beynin ödül mekanizması: Dopamin, bir nevi beynin "ödül bekleyen" kısmını harekete geçirir. Sürekli mutlu olmaya alışan bir insan, beyninde dopamin salınımını tetikleyen durumlara bağımlı hale gelir. Ancak acı bir gerçekle karşılaştığında, bu ödül mekanizması bir anda devre dışı kalır. Çünkü beyin, beklediği ödülü alamaz. Bu, bir şirketin sürekli kâr ederken bir anda iflas etmesi gibidir. Şirket, kâr etmeye alışmıştır ve iflas edince tüm sistem çöker. Dopamin dengesizliği: Dopamin seviyeleri düştüğünde, kişi kendini boşlukta hisseder. Bu, bir arabanın benzini bitmesi gibidir. Araba, benzin olmadan çalışamaz. Dopamin de beyin için benzin gibidir. Azaldığında, kişi kendini enerjisiz, mutsuz ve umutsuz hisseder. Bir öğrenci düşün. Sınavlardan hep yüksek not alıyor ve herkes onu övüyor. Bu durum, beyninde dopamin salınımını artırıyor. Ancak bir gün sınavdan düşük not alıyor. Beyni, beklediği ödülü (dopamin patlamasını) alamıyor ve bu durum, bir anda motivasyonunu kaybetmesine neden oluyor. Sistem bir anda çöküyor. Mutsuzluktan korkan insanlar için başka bir örnek vereyim: Bu insanlar, sürekli bir "elektrik kesintisi" bekleyen biri gibidir. Evde sürekli yedek lambalar, jeneratörler ve pillere yatırım yaparlar. Elektrik kesildiğinde hazırlıklıdırlar ama bu hazırlık, onları sürekli gergin ve stresli tutar. Çünkü her an elektriğin kesileceğini düşünürler. Bu durum, beynin sürekli kortizol (stres hormonu) salgılamasına neden olur. Kortizol, uzun vadede beyni yorar ve kişiyi daha hassas hale getirir. Hayatı toz pembe görenler, elektrik kesintisine hazırlıksız yakalanır ve bir anda karanlıkta kalır. Mutsuzluktan korkanlar ise sürekli hazırlıklıdır ama bu hazırlık, onları yorar ve hayatın keyfini çıkarmalarını engeller.
Gelelim aşka… Günümüzde en çok dillerde olan ama bence müdahale etmesi en zor duygu... Bir insan gerçek aşkını bulduğunu nasıl anlar?
Bence aşk, sadece bir uyum ya da mutluluk kaynağı değil. Gerçek aşk, karşındaki kişinin kusurlarını, tuhaflıklarını ve seni bazen zorlayan yanlarını da olduğu gibi kabul edebilmektir. Aşkı anlamanın yolu, karşındaki insanın seni tamamen dengede tutmasından değil, bazen dengeni bozmasından geçiyor. Çünkü gerçek aşk, o kişinin hayatına kattığı bu karmaşada bile onunla kalmayı istemek. Gerçek aşkı bulduğunu anlamak, biriyle yalnızca iyi anlaşmaktan fazlasıdır. O kişi, senin planlarını altüst edebilir, seni zorlayabilir ama tüm bunlara rağmen ondan vazgeçmek aklının ucundan bile geçmiyorsa işte orada bir şeyler gerçek oluyor. Aşk, sadece “biz birbirimize çok yakışıyoruz” demek değil, “bütün eksiklerimize rağmen birlikte bir bütün olabiliyoruz” diyebilmektir. Bence aşk, mükemmel bir huzur ya da ideal bir uyum değil; aksine, eksiklerinle ve karşındaki insanın eksikleriyle bir denge bulabilmektir. Kafamızda bir “hayalindeki insan” fikri vardır ya, aşk aslında o hayali yerle bir eden bir şeydir. Ama bu hayalin yıkılmasından korkmadığında, işte o zaman gerçek aşkı bulmuş oluyorsun.
İlişki emek ister mi?
Bir ilişki kesinlikle emek ister, ama bu emek “her şeyi mükemmel yapma” çabası değildir. Asıl emek, karşındaki insanın seni bazen rahatsız eden, zorlayan yanlarını da kabul etmektir. Aşk dediğimiz şey zaten bir uyumdan çok, iki insanın birbirinin hayatında yarattığı sarsıntıdır. O sarsıntıyı kabullenip beraber bir şeyler inşa etmek asıl emektir. Mesela düşün, karşındaki kişi her zaman seninle aynı fikirde olmayabilir. Diyelim ki bir tartışma yaşıyorsunuz. Emek, o tartışmada haklı çıkmaya çalışmak yerine, neden böyle hissettiğini anlamaya çalışmaktır. Onun fikirlerine yer açmak, kendini savunmaya geçmeden önce “bu konuda gerçekten ne düşünüyor?” diye sormaktır. Bu kolay bir şey değildir çünkü genelde hep kendi bakış açımızı koruma eğilimindeyiz. İşte bu noktada emek devreye girer. Bir başka örnek, ilişkideki eksik ve kusurları fark etmek. Diyelim ki partnerin mükemmel değil; bazı alışkanlıkları seni sinirlendiriyor, belki bir konuda sürekli geç kalıyor ya da bazı şeyleri senin kadar ciddiye almıyor. Asıl emek, bu durumlarda onu değiştirmeye çalışmak yerine, “bunlar ilişkimizi nasıl etkiliyor ve bunlarla nasıl başa çıkabiliriz?” diye düşünmektir. Çünkü bir ilişkiyi güçlü yapan şey, kusursuz bir uyum değil, bu farklılıkların üstesinden gelebilmektir. Bana göre, bir ilişkide en büyük emek, kendini sürekli “doğru” göstermek yerine, eksiklerini de ortaya koyabilmektir. Örneğin, kötü bir gün geçirdiğinde bunu gizlemek yerine dürüstçe paylaşabilmek... Veya bir hata yaptığında “ben böyleyim, beni kabul et” demek yerine, o hatanın ilişkinize etkisini sorgulamak ve bunu düzeltmek için çaba göstermek. Sonuç olarak, bir ilişkiye emek vermek, sürekli huzurlu ve sorunsuz bir ortam yaratmak değil, o iniş çıkışlarla birlikte ilişkiyi anlamlandırmaya çalışmaktır. İşte bu emek, aşkı gerçek ve kalıcı kılar.
Aşk her şeyin üstesinden gelir mi?
Bence aşk her şeyin üstesinden gelmez. Hatta aşkın doğası gereği, bazı şeylerin üstesinden gelmesi gerekmez bile. Çünkü aşk, her sorunu çözen bir araç ya da tüm çatışmaları yok eden bir güç değildir. Tam tersine, aşk çoğu zaman sorunlarla, farklılıklarla ve eksikliklerle birlikte var olur. Aşkı her şeyin üstesinden gelen bir “mucize” gibi görmek, onu romantize etmekten başka bir şey değil. Gerçek aşk, tüm kusurları ve çatışmaları çözüme ulaştırmaz; onları kabul eder ve onlarla birlikte yaşamayı öğretir. Diyelim ki bir ilişki içinde iki tarafın hayata bakışı ya da yaşam beklentileri tamamen farklı. Aşk bu farklılıkları sihirli bir şekilde ortadan kaldırmaz. Ama bu farklara rağmen birbirinizi seçmeye devam ediyorsanız, işte orada aşk gerçek anlamını bulur. Bir örnekle açıklamak gerekirse: Hayatın zorluklarıyla karşılaştığınız bir an düşün. Finansal bir kriz, ağır bir hastalık ya da ailevi bir problem... Aşk, bu sorunları yok etmez. Ama aşk, iki insanın o sorunlara karşı birlikte nasıl duracağını, nasıl mücadele edeceğini belirler. Her şeyi çözmez ama o mücadelede yan yana olmayı mümkün kılar. Bence asıl mesele şu: Aşkın her şeyin üstesinden gelmesini beklemek, aşkı bir kurtarıcıya dönüştürmek demektir. Ama aşk, bir kurtarıcı değil, hayatın karmaşıklığına rağmen var olabilen bir bağdır. O yüzden, aşk her şeyin üstesinden gelmez; aksine, bazen aşkın kendisi bile bir sınavdan geçer. Ancak bu sınavlara rağmen bir arada kalmayı seçtiğinizde, işte o zaman aşk gerçek anlamda güçlüdür. Sonuç olarak, aşkın her sorunu çözmesini beklemek gerçekçi değil. Ama aşk, o sorunlarla başa çıkarken yanında birini hissetmenin verdiği gücü sunar. Ve bu, her şeyin üstesinden gelmekten daha değerli bir şeydir.
Sizin bir paylaşımınızda okumuştum; “Durduğun yer ile durmayı istediğin yer arasındaki mesafe kaygıyı doğurur” diyordunuz, çok hoşuma gitmişti. Durmayı istediğimiz yerde mi durmalıyız?
Durmayı istediğimiz yerde durmak kulağa çok cazip gelse de, bu her zaman mümkün ya da doğru değildir. Çünkü durmayı istediğimiz yer genelde idealize edilmiş bir noktadır, yani hayal ettiğimiz bir konum. Ama hayat tam da bu ideal ile gerçeklik arasındaki gerilimde anlam kazanır. Žižek’in dediği gibi, "durduğun yer ile durmayı istediğin yer arasındaki mesafe kaygıyı doğurur." Ancak kaygıyı yok etmek için her zaman “durmayı istediğimiz yere” ulaşmak gerekmez. Aslında o mesafenin kendisi, yani o gerilim, bizi harekete geçiren, dönüştüren ve olgunlaştıran şeydir. Eğer sürekli hayal ettiğimiz yerde olsaydık, bu sefer de durduğumuz yerden tatmin olmayacak, yeni bir ideal yaratacaktık. Bu yüzden bence asıl mesele, durmayı istediğimiz yere ulaşmak değil, durduğumuz yer ile istediğimiz yer arasındaki mesafeyi anlamlandırabilmektir. Bir örnek vereyim: Diyelim ki kariyerinde çok daha iyi bir noktaya gelmek istiyorsun. Şu an bulunduğun yer sana bu hedefe ulaşmak için yetersiz geliyor ve kaygı yaratıyor. Ancak o hedefe vardığında gerçekten tatmin olacağını kim garanti edebilir? Belki de şu an içinde bulunduğun mücadele, seni asıl tanımlayan süreçtir. Çünkü insan sadece varmak istediği yere değil, o yere ulaşırken geçtiği yollara da bakmalıdır. Durmayı istediğimiz yer genelde bir "kaçış" ya da "tamamlanma" hayali gibi gelir. Ama gerçek şu ki, durduğumuz yer, yani şu anki varoluşumuz, tam olarak hayal ettiğimiz şey olmasa da, bizi şekillendiren yer burasıdır. Eğer hep “ideal bir yer” arayışında olursak, hiçbir zaman tam anlamıyla huzuru bulamayız. O yüzden belki de asıl yapmamız gereken, durmayı istediğimiz yere ulaşmaya çalışırken, şu an bulunduğumuz yeri anlamlandırmak ve kabul etmektir. Sonuç olarak, durmayı istediğimiz yerde olmak her zaman mümkün değildir. Hatta bazen oraya ulaştığımızda, aslında oranın düşündüğümüz kadar ideal olmadığını fark ederiz. Ama bu gerilim, bu arayış, bizi hayatta tutan şeydir. Kaygıdan kaçmak yerine, kaygının bize ne anlattığını anlamaya çalışmalıyız. Çünkü insanı insan yapan tam da bu arayışın kendisidir.
İlişkilerin de son kullanma tarihleri var sanırım. Ancak bu durum, kişiler için yüzleşmesi epey güç bir mesele haline gelebiliyor. Bazen de taraflardan biri bunu kabullenirken, diğeri kabullenemiyor. Bununla ilgili neler söylersiniz?
Hiçbir şey aşk, tutku ya da bağlılık tamamen sabit ya da sonsuz değildir. Ancak bununla yüzleşmek çoğu zaman çok zor bir meseleye dönüşür. Özellikle de taraflardan biri ilişkiyi bitiş noktasında görüp kabullenirken, diğerinin hala o ilişkiye tutunmaya çalışması bu süreci daha da karmaşık hale getirir. Bir ilişkiyi bitirmek ya da bitmiş olduğunu kabul etmek aslında "kendimizle ilgili bir yanılsamayı" da yıkmak anlamına gelir. Çünkü çoğu zaman bir ilişkiyi sadece karşımızdaki kişiyle kurduğumuz bağ üzerinden değil, o ilişkideki kendimizi nasıl gördüğümüz üzerinden değerlendiririz. İlişkinin bitmesi, bu yüzden sadece bir ayrılık değil, aynı zamanda "o ilişkide kim olduğumuz" imajının da yıkılmasıdır. İşte bu, kabullenmesi zor şeylerden biridir. Bazen taraflardan biri ilişkiyi sona erdirirken, diğerinin bu gerçeği reddetmesinin temelinde, yalnızca karşı tarafa duyduğu aşk değil, kendi varoluşunu o ilişkinin üzerinden tanımlamış olması yatar."Ben bu ilişki içinde değerliydim" ya da "bu ilişki beni tamamlıyordu" gibi düşünceler, ayrılığı bir “yok oluş” gibi algılamaya neden olur. Ancak, ilişkiyi gerçek anlamda kabullenmek, o ilişkinin sona ermesinin bizim değerimizi ya da kimliğimizi azaltmadığını fark etmekle mümkün olur. Yine bir örnekle yola çıkalım; Bir taraf artık ilişki içinde kendini tıkanmış, sıkışmış hissediyor olabilir. Ama diğer taraf, bu ilişkiye tüm anlamını yüklediği için ayrılığı kabullenmekte zorlanır. İşte burada devreye şu giriyor: Aşk ve ilişkiler, bazen bizim hayatımızdaki eksiklikleri doldurmak için birer araç haline gelir. O yüzden bir ilişki bittiğinde, aslında kaybettiğimiz şeyin sadece karşımızdaki kişi değil, o ilişkinin bize verdiğini düşündüğümüz "tamlık" hissi olduğunu fark ederiz. Sonuç olarak, ilişkilerin son kullanma tarihini kabul etmek, sadece bir ayrılığı kabullenmek değil, aynı zamanda hayatın doğasının sürekli değişim olduğunu anlamaktır. İlişkiler biter, çünkü insanlar değişir. Ve bu değişim, çoğu zaman kaçınılmazdır. Asıl mesele, bu gerçeğe direnmek yerine, onu kabul edip, bu süreçte kendi değerimizi yeniden tanımlayabilmektir. Çünkü bazen bir ilişki bittiğinde, sadece o ilişki değil, o ilişkiye duyulan bağımlılık da bitmelidir.
Evlenmeye ve çevrelerindeki erkeklerden sürekli destek almaya, onlara bağımlı olmaya itildikleri bir toplum düzeninde kadınlar yalnız/ilişkisiz olma ihtimaliyle nasıl başa çıkabilirler?
Kadınların yalnızlık ve ilişkisiz olma durumu, gerçekten de çok katmanlı ve çok boyutlu bir mesele. Toplumda kadınlar, çoğu zaman bir ilişki ya da evlilik yoluyla değer buldukları, kimliklerini tanımladıkları, kendilerini “tam” hissettikleri düşüncesiyle yetiştiriliyor. Bu yüzden yalnız kalmak, toplumsal olarak hem kadınlar hem de çevreleri için oldukça kaygı verici bir durum olabiliyor. Türkiye'deki kadınların yaşadığı bu baskılar, genellikle toplumun kendilerine biçtiği rollerden kaynaklanıyor. Aile, toplum ve bazen de medya, kadınları evlilik, annelik ve erkek desteği gibi kimliklerle özdeşleştiriyor. Bunu reddetmek ya da yalnız olmak, neredeyse toplumsal bir dışlanma gibi algılanabiliyor. Mesela, evlenmemiş bir kadına "hala birini bulamadın mı?" gibi sorular, yalnızlıkla mücadele etmekten çok, kadının değerini sorgulayan bir tutum ortaya koyuyor. Kadın, bir erkekle ya da evlilikle tanımlandığında, daha çok saygı görüyor; yalnız kalmak ise bir eksiklik gibi görünüyor. Ancak bu bakış açısını kırabilmek, çok kolay değil. Çünkü toplumsal normlar, kadınları bir ilişkide olma ya da “tam olma” zorunluluğuyla sürekli yüzleştiriyor. Birçok kadın, bu baskılar altında kendini yalnız hissetmektense, ilişkilerde kalmayı, bir şekilde “tam” olmayı tercih edebiliyor. Bu durum, aslında bir tür bağımlılık yaratabiliyor; kadınlar, kimliklerini sadece partnerlerinden, ailelerinden ya da toplumsal rollerinden alıyorlar. Bence, bu durumla başa çıkabilmek için kadınların önce kendi içlerinde bu baskılara karşı bir direnç geliştirmeleri gerekiyor. Kadınların yalnızlık korkusuyla başa çıkabilmesi, bu korkunun aslında toplumsal bir dayatma olduğunu fark etmekle başlar. Yalnız olmak, bir boşluk değil, bir özgürlük ve kendini keşfetme süreci olabilir. Yalnızlık, kadının kendi kimliğini bulabilmesi, kendi ayakları üzerinde durabilmesi ve kendi değeriyle barışabilmesi için bir fırsata dönüşebilir. Elbette, bu toplumda yalnız kalmanın, kadınlar için getirdiği zorluklar göz ardı edilemez. Aile baskısı, çevreden gelen eleştiriler, toplumun kadına biçtiği roller, bu süreci zorlaştırabilir. Ancak, kadınlar yalnız olmayı bir eksiklik değil, kendini bulma, hayatı kendi şartlarında yaşama fırsatı olarak gördüklerinde, toplumun dayattığı kalıplara karşı daha güçlü durabilirler. Sonuç olarak, Türkiye'deki kadınlar, yalnız kalma ya da ilişkisiz olma durumuyla, toplumsal baskılarla boğuşuyor olabilirler. Ama bu durumu bir yetersizlik olarak görmek, aslında toplumsal bir yanılsamadır. Kadınların yalnızlıkla barışabilmesi, bu toplumun kendilerine biçtiği kimlikleri sorgulayıp, kendi benliklerini yeniden tanımlayabilmeleriyle mümkündür.
Sohbetiniz için teşekkür ederim. Son olarak neler söylemek istersiniz?
Teşekkürler, keyifli bir sohbetti. Son olarak şunu söyleyebilirim; Hayatın anlamı, sürekli bir huzur ve mutluluk arayışında değil, o huzursuzlukları, bozulmuş dengeleri ve kırılmaları kabullenmekte yatıyor. İnsanlar, hep ödül peşinde koşarken, o ödülün gelmediği zamanlarda daha çok acı çekerler. Çünkü beynimiz, hep geleceği ve ödülleri düşünmekle meşgulken, anın içinde olmayı unutuyor. O yüzden, dopaminin arkasındaki ödül beklentisinden kurtulmak, bir anlamda hayatı olduğu gibi kabul etmek gerekir. Ama burada asıl mesele, bu "kabul"ün bir zafer gibi değil, bir teslimiyet gibi algılanması. Gerçek huzuru ve anlamı, bu kabulün içinde buluruz. Yani, insan hayatı, ne zaman bu beklentilerden ve ödüllerden vazgeçerse, o zaman gerçek anlamda özgürleşir.