Oğuz Çetinoğlu: Mustafa Kemal Atatürk’ün çok genç yaşta ebedî âleme intikalinden ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’de önemli değişiklikler yaşandı. Konu ile ilgili olarak lütfedeceğiniz bir genel değerlendirme ile röportajımıza başlayabilir miyiz?
Prof. Dr. Kenan Erzurumlu: İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında şekillenmeye başlayan iki kutuplu dünyanın uzun soluklu olamayacağı görülmüş ve 1960’lı yıllardan itibaren Sovyetler Birliğinin yıkılacağı öngörüsü üzerine, NATO bloku tarafından, planlar yapılmaya başlanılmıştır. Yaşadığımız bilgi-telekomünikasyon çağlarıyla beraber dünya düzeninin yanı sıra, devlet ve demokrasi anlayışlarında köklü değişiklikler olmuştur. Bununla beraber, ABD stratejik analizcilerinin Sovyetler Birliği’nin dağılma tarih hakkında kesin öngörülerinin olduğunu ifade etmek te zordur.
İki kutuplu dünyanın gerçeği olan, aşırı devletçi-tekelci ve liberal yönetim anlayışları, günümüzde liberalizme doğru hızla kaymıştır. Bu değişim devletin daha küçülmesi, özelleştirmelerin yaygınlaşması ve denetim mekanizmasının önem ve etki sahasının artması sonucunu doğurmuştur.
Bütün bunların sonucu olarak, demokrasi anlayışlarında değişiklikler olmuştur. 
Çetinoğlu: ‘Demokrasi’ târifinde mutabakat sağlanamayan bir kavram. Buna rağmen ‘demokrasi’ dillerden düşürülmüyor. ‘Hangi demokrasi?’ Diye sorsam? 
Erzurumlu: Her sosyal-siyâsî görüş, kendisine göre demokrasi târifleri yapmaktadır.
Öncelikle demokrasi tarifini vurgulayalım: 
Demokrasi, tüm vatandaşların, devlet politikasını şekillendirmede ve yönetimde eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Aradan geçen binlerce yıl içerisinde demokrasi, günümüzde en yaygın ve vazgeçilemez devlet sistemi hâline gelmiştir. Öte yandan Demokrasi, Eski Yunan’dan beri eleştirilmektedir. Nitekim Aristo ve Eflatun, demokrasiyi, ‘ayak takımının yönetimi’ olarak tanımlamışlardır.
Bu eleştiriler demokrasi şekillerini birbirinden ayırmış ve hangi demokrasinin daha iyi işlediği tartışmalarına girmişlerdir. Öyle ki bütün sosyo-ekonomik sistemler (liberal, sosyalist, muhafazakâr, faşist, nazist gibi) kendi demokratik sistemlerinin üstünlüğünü savunur olmuşlardır. Bu yüzdendir ki, günümüzde tek bir demokrasi tarifinde uzlaşmak mümkün olmamaktadır.
Seçim, demokrasinin vazgeçilemez bir parçasıdır. Ancak, değişik sistemler ve sosyologlar demokrasiye farklı atıflarda bulunmaktadırlar. Bunları şöylece özetleyebiliriz:
*Çoğunluk yönetimi,
*Azınlık haklarının korunması, (Buradaki ‘azınlık’ terimi, siyâsî anlamdadır ve muhalefeti kastetmektedir),
*Fakirlerin sosyal-ekonomik yönden desteklenmesi,
*Fırsat eşitliği,
*Kamu hizmeti için, halkın desteği.
Bunlara ek olarak ‘Marksist demokrasi’den de bahsetmek gerekir. Marksist demokrasi, muhalefetsiz ideolojiye dayanır. Çoğulcu ve diyalogcu değildir. İnsan değil, toplum adına devleti yöneten yeni sınıfı esas alır. 
Çetinoğlu: Ülkemizdeki durum nedir?
Erzurumlu: Ülkemizdeki demokrasi anlayışlarına kısaca göz atarsak: AKP, ‘muhafazakâr demokrasi’ olarak tanımladığı kendi anlayışını, ‘Demokrasi diyalog, tahammül ve uzlaşı rejimidir; bugün dünya ölçeğinde bir demokratikleşmeye ihtiyaç vardır.’ sözleriyle tanımlamaktadır. Anlayışlarına göre, ‘sınırlandırılmayan, keyfiliğe ve hukuksuzluğa imkân sağlayan, katılımı ve temsili önemsemeyen, ferdî ve kolektif hak ve özgürlükleri hiçe sayan totaliter ve otoriter anlayışlar sivil ve demokratik siyasetin en büyük düşmanlarıdırlar.’ 
Tarif gerçekten güzeldir. Ancak tarifleri ile uygulamaları arasında farklar vardır. 
MHP lideri Bahçeli ise, ‘demokrasiyi, insan haklarını ve özgürlüklerini etnik ayrışma dinamiği ve bölünme aracı olarak görmek, izahı olmayan bir gaflet ve garabettir.’ sözleriyle demokrasinin bölücü-yıkıcılara âlet olmaması gerekliliğini vurgulamıştır.
Çetinoğlu: Bir de batılıların bize tavsiye ettikleri demokrasi anlayışı var…
Erzurumlu: Batılılara göre ülkemiz için demokrasi; ‘azınlıkların dil, din, kültürel özelliklerinin vurgulanması ve ülkemizin federatif (parçalanmış ?) bir yapıyla yönetilmesi’dir. Nitekim AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barcoso, TBMM Genel Kuruluna hitaben yaptığı konuşmada, Kürt kökenli Türk vatandaşlarının kültürel ve siyâsî haklarının da sağlanarak desteklenebileceğini açıklarken; Türkiye’nin AB üyelik süreci hakkında, ‘Türkiye’nin reformlara odaklanması gerekir, müzakere sürecinde en iyi garantiyi bu yolla alacaktır.’ demiştir.
Çetinoğlu: Sosyal yapı değişiklikleri konusundaki değerlendirmelerinizi lütfeder misiniz?
Erzurumlu: Türk insanı 1980’lerden beri sür’atli bir değişime tabi olmuştur. ‘bir lokma, bir hırka’ felsefesi terk edilerek, ‘tüketim özendirilmiş’ ve ‘kısa yoldan köşe dönme’ anlayışı hâkim kılınmıştır. Bunun yanı sıra, ataerkil aile yapısının terk edilerek, çekirdek aile’nin esas alınması da sosyal denetim ve kontrol mekanizmalarının zayıflamasına yol açmıştır. Ne pahasına olursa olsun, daha fazla kazanmak, daha müreffeh yaşamayı esas alan bu hayat tarzı, toplumsal ayıplamaları toplumsal baskıyı ve denetimi yok etmiştir. Maalesef günümüzde birçok yerde şeref ve güç, parayla ölçülür olmuştur.
Çetinoğlu: Yozlaşma olgusundan söz ediyorsunuz. Yozlaşma yalnızca toplumda mı?
Erzurumlu: Doğaldır ki, bu ilkesizlik ve yozlaşma, yalnızca sosyal hayatımıza has değildir. Maalesef, siyâsî hayatımızda da görülmektedir. Siyâsî hayattaki yozlaşma, yasama ve yürütme organlarıyla birlikte, yargıyı da sarmış ve sosyal hayatımızdaki hastalık devlet yapımıza da girmiştir. Çok değil 20 yıl önce her şehit için millet olarak gözyaşı dökerken, günümüzde şehit cenazeleri kanıksanmış ve hatta aldırış edilmez alışkanlık hâline gelmiştir. Şehiyt ailelerine sağlanan ekonomik imkânlar, devlet ve toplumsal bir görevin yerine getirilmesinden ziyade, -çok rahatsız edici bir ifade ile- şehişt kanlarının satın alınması düzeyine getirilmiştir. En son olarak Karadeniz’de bir ilimizde yaşanan olay bunun çarpıcı örneğidir. Şehit yakını oldukları iddia edilen bazı kişiler,  cenaze töreninde siyasi iktşdarı temsil eden kişileri protesto eden bir kadını linç girişiminde bulunmuşlardır. Toplumumuz, “Şehitler ölmez; Vatan bölünmez” diye haykıran ailelerden, bu acı noktalara gelmiştir.
Çetinoğlu: Türkiye’de ‘Değişim’den çok, ‘dönüşüm’ söz konusu… Türkiye’yi kimler dönüştürüyor? 
Erzurumlu: Sorumsuz hareket eden medya… Boyalı basın, sivil toplum kuruluşları ve yabancı kaynaklı vakıflar…
Çetinğlu: Hangileri?
Erzurumlu: En önemlisi Soros Vakfı.
Çetinoğlu: Soros Vakfı hakkında bilgi lütfedecek misiniz?
Erzurumlu: ‘Milletlerarası Finans Spekülatörü’ olarak bilinen ünlü yatırım uzmanı George Soros aslen Macar Yahudisidir. İkinci Dünya Savaşı döneminde ailesiyle birlikte İngiltere’ye kaçmıştır. Londra Ekonomi Okulunda eğitim görmüştür. 1956’da ABD’ye gitmiş; 1961’de ABD vatandaşı olmuştur. Değişik kişi ve kuruluşlara danışmanlık yaparken kara para aklanmasına adı karışmıştır.
1979’da New York’ta, ilk vakfı olan ‘Açık Toplum Fonu’nu, 1984’te Macaristan’da ‘Avrupa Vakfı’nı da kurar. Son kurduğu vakıflardan olan ‘Açık Toplum Fonu’ (OSI) ile 60’dan fazla ülkede faaliyet gösteren Soros, çok büyük ekonomik güce ve yaygın bir örgüte sahip olur. Yerel sivil toplum kuruluşları, insan hakları örgütleri ve toplum önderleri (medya-siyaset-bilim) ile projeler oluşturmuştur. Bu amaçla, 4-5 milyar dolar gibi kaynaklar sayısız kereler harcanmıştır. Sonuçta, ABD dış politikasının vazgeçilemez unsurlarından biri halindedir. Milletlerarası siyaset bilimcileri, Soros Vakfı’nın arkasında çok büyük siyasî destekli milletlerarası sermayenin olduğunu vurgulamaktadırlar. Yugoslavya, Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’da yaşanan muhalefet yanlısı halk ayaklanmalarında etken olduğunu bildirmektedirler. Hâlen Azerbaycan ve Kazakistan’da yoğun olarak çalışmalar yaptığı söylenmektedir. Soros Vakfı’nın çalıştığı ülkelerin yaygın tabiî kaynaklara sahip oldukları ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan etki sahası boşluğunda bulundukları dikkat çekicidir. Vakfın amacının, Kafkasya’da bulunan enerji kaynaklarındaki hâkimiyetini sağlamak olduğu anlaşılmaktadır.
Çetinoğlu: ‘Derin devlet’ kavramını tanımlar mısınız?
Erzurumlu: Yönetim şekli ne olursa olsun, her devletin gizli ve zaman zaman da kirli ve hatta yasa dışı işlerini yaptıracağı birimleri vardır. Özellikle gelişmekte olan ve dış etkilere açık toplumlarda, bu tip çalışmalar, zaman zaman tartışmalara konu olmaktadır. Türkiye’de bu konu, ilk kez 1977’de, Ecevit’in kontrgerilla olarak adlandırdığı, ‘Seferberlik Tetkik Kurulu’ndan bahsetmesiyle gündeme gelmiştir. O günden bu yana, devleti eleştirmek isteyenlerin veya Türk kimliğine karşı çıkanların ellerindeki en büyük koz bu olmuştur.
Gerçekte ise, bugün, ‘Derin devlet’ olarak tanımlanan yapılanmanın geçmişi; devlet-i ebed müddet kutsiyetiyle, güçlü istihbarat ve operasyon birimlerinin oluşturduğu derin yapılanmaların tarihi Oğuz Türklerine kadar uzanır.
‘Teşkilât’ olarak anılan bu yapının Satuk Buğra Han’la başladığı ileri sürülmektedir. ‘Teşkilât’, Abbasî geleneğinden gelen ‘Dîvân’ ile bütünleşmiştir ve Romalılar döneminde ortaya çıkan Hıristiyan kökenli Tapınakçılarla benzerlikler göstermektedir.
Her ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de Derin Devlet’in varlığı elzemdir. Uzun ömürlü olmanın yolu buradan geçer. Demirel; ‘Devlet zaafa düştüğü zaman derin devlet araya girer.’ Gazeteci Ömer Lütfi Mete, ‘Derin devlet, devlet zaafa düşmesin diye devreye girer.’ derken, konunun önemini vurgulamışlardır. 
Derin Devlet, devletin en üst kademelerine kadar kontrolleri yapan, stratejiler geliştiren ve geleceği hazırlayan bir ‘hafıza’ birimidir. Bunu yaparken, devletin bekasının önünde hiçbir değeri koymayan mantaliteye sahiptir.
Derin Devlet’i eleştirenlerin tamamına yakını, hukukî boşluklara sığınarak, istedikleri her türlü faaliyeti çekinmeden yapacakları ortamın özleminde olan kişilerdir.
Bazı araştırıcıların ‘darbeler ve isyanlar tarihi’ olarak ifade ettikleri ‘Osmanlı’dan demokratik cumhuriyete’ sancısız ve problemsiz geçileceğini düşünmeleri abesle iştigaldir. Atatürk’ün sağlığında, iç ve dış düşmanların etkisiyle sayısız isyan ve suikast olmuşken, devletin varlığını korumak noktasında sessiz kalmasını beklemek yanlış bir değerlendirmedir. Unutmamalıdır ki, Cumhuriyet döneminde Atatürk’e de 41 defa suikast teşebbüsü olmuştur. O döneme ait “derin devlet” tartışmalarına henüz cesaret edilmemektedir. Ancak görünen yakın bir gelecekte bu tartışmaların da başlayacağıdır.
Öte yandan, ülkemizde 30 yıldan beri devam eden bölücü terörle mücâdelenin hukukî ve nizamî ordu ile engellenemeyeceği herkes tarafından bilinirken, ‘teşkilât’ın veya ‘derin devlet’in tartışılmasını iyi niyetle açıklamak zordur. Ayrılıkçı terör olaylarında derin devletin rolünü tartışmaya açanlar, bölücü harekete açıkça destek vermeye cesaret edemedikleri için devleti suçlamak isteyenlerdir.
Alman gizli servisleri, hapishanedeki Beider Meinhoff mahkûmlarını bir gecede yok ederken, İsrail, öldürülen tek bir askerî için Filistin’de çocuk-kadın demeden soykırım uygularken ve MI5 ve Ml6’nın çalışmalarına hiç kimse sesini çıkarmazken, CIA, uyuşturucu kaçakçılığını kurumsal olarak yürütüp, savaştığı İran’a el altından silâh satarken seslerini çıkarmayanlar; kendi devletimizin faaliyetlerinin sorgulanmasında şahin kesiliyorlarsa... Ortada en azından bir iyi niyet problemi bulunduğu apaçıktır.
Burada, hemen vurgulayalım ki, ‘derin devlet’ adı kullanılarak ferdî suç işleyenlere kesinlikle taviz verilmemeli ve ferdî menfaatleri için kurumları kirletenler acımasızca cezalandırılmalıdırlar. Ancak; bunu yaparken, kurumlar korunmalı ve kelle koltukta mücâdele eden insanlarımız rencide ve deşifre edilmemelidirler.
Çetinoğlu:  Ekümenlik meselesi Türkiye’nin başını ağrıtan bir güç odağı olma özelliğine sâhip. Konuya bakış açınız nedir?
Erzurumlu: ‘Ekümene’ kelimesi eski Grekçede ‘sürekli yerleşim alanı’ anlamına gelmektedir. Aynı zamanda üstün bir kültür anlayışım ifade eder. Milletlerarası siyasette ise, ‘Ekümenik’, evrensel, dünya çapında anlamında kullanılmaktadır. Kelime, 20. yüzyılda ise, Hıristiyan mezhepleri arasındaki farklılıklara dokunmaksızın misyoner amaca yönelik olan kiliseler arası birliği ifade eder.
T.C.’nin bir kurumu olarak, Fener Rum Patrikhânesi, Türkiye’de kalan Rum azınlığın dinî hizmetlerini yerine getirmek için vardır. Oysa ki, Patrikhane, -özellikle son yıllarda- “ekümenik” olduğunu iddia edegelmektedir.
Fener Patrikhânesi, ekümenik ideoloji ile tüm Ortodoks metropolitleri ve kiliseleri bir araya toplayarak devlet ve millet kavramının üzerine çıkmak amacındadır.Atatürk milliyetçiliğini ve Misak-ı Millî’yi vazgeçilemez temel prensip olarak kabul eden T.C.’nin, hedefleri ve temel stratejileri kendisi ile çelişen ve kendi sınırlan içinde yeni bir güç odağı olmayı hedefleyen bir kuruluşu kabulü söz konusu olamaz. Durumu daha açık söylemek gerekirse; TC’nin kurumlarından, adalet sisteminin, YÖK’ün, MEB’in, sağlık kuruluşlarının, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, güvenlik örgütlerimizin vs., kendilerini, TC kanunlarının ve millî bütünlüğümüzün üstünde görmeleri nasıl ki mümkün değilse; Fener Rum Patrikhânesi’nin de bu kuruluşlar gibi davranması ve diğer milletlerin kurumları ile işbirliğine girerken T.C.’nin temel prensiplerine uyması gereklidir ve şarttır.
Patrikhâne’nin dünya Ortodokslarının merkezi olmak iddiası T.C.’nin temel stratejileri ve prensipleri ile uyuşmamaktadır. Bu cümleden olarak, Patrikhâne’nin 1994’te tertiplediği toplantı, öncelikle ‘Konstantinopolis toplantısı’ adıyla gerçekleştirilmek istenmiş; devletin itirazı üzerine ‘Boğaziçi Toplantısı’ olarak yapılmıştır. Aynı toplantının sonuç bildirgesi İngilizce ve Türkçe olarak hazırlanmıştır, İngilizce metinde yer alan ve patriğe atfedilen, ‘Ben Konstantinopolis’deki ekümenlik tahtının varisiyim’ ifadesi Türkçe metinde yer almamıştır.
Çetinoğlu: Bir de Heybeliada Ruhban Okulu meselemiz var…
Erzurumlu: Hıristiyanlığın Kutsal Üçlüsü’nden adını alan “Aya Triada Manastırı ve Ruhban Okulu ‘, Heybeliada’dadır.  Bu yüzden, kısaca ‘Heybeliada Ruhban Okulu’ olarak anılmaktadır.
Heybeliada Ruhban Okulu ilk defa 1844 yılında açılmıştır. 19. yüzyılda, Fener Rum Patrikhânesi, Ortodoks milletler arasında dinî birliği korumak amacıyla bir teoloji okulunun açılmasını gündeme getirmiş; Patrik 4. Germanos tarafından Heybeliada’daki Aya Triada Manastin’na ek olarak, 1 Ekim 1844’de Heybeliada Ruhban Okulu olarak açılmıştır. Hattâ, Kıbrıs’ı kana boyayan Makarios’un dahi bu okulda eğitim gördüğü ileri sürülmüştür.
28 Haziran 1894 günü meydana gelen ve son 150 yıldır İstanbul’da yaşanmış olan en şiddetli deprem sırasında büyük ölçüde zarar görmüştür. Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın izinleriyle 22 Nisan 1895’te temeli atılan bina 1,5 yıl gibi kısa bir süre içinde tamamlanarak 6 Ekim 1896’da açılmıştır. Batı kiliselerindeki reformlar ve kültürlü din adamları, bir yerde böyle bir okulun kurulmasını gerekli kılmıştır.
Heybeliada Ruhban Okulu, 1844 yılındaki açılışından 1971 yılındaki kapanışına kadar 1000’e yakın mezun vermiştir. Bu mezunlardan 12 tanesi İstanbul Rum Patrikliği makamına kadar yükselmiştir. İki kişi İskenderiye Patriği, 3 kişi Antakya Patriği, 4 kişi Atina Başpiskoposu, 1 kişi Arnavutluk Başpiskoposluğu görevine seçilmişlerdir.
Okulun eğitim programı, Cumhuriyetin ilk yıllarında yedi sınıflı idi. 1951-1971 yılları arasında statü değiştirilmiştir. Liseden sonra dört yıllık eğitim verdiği hâlde, Millî Eğittin Bakanlığı’nın Talim ve Terbiye Dâiresinin 25 Eylül 1951 tarih, sayı 2 ve 151’nci karar ile onayladığı Öğretim Yönetmenliğine göre, sadece rahiplik mesleğine girecek öğrencileri yetiştirmek amacıyla faaliyet göstermekte idi.  Bu durum, o tarihlerde yürürlükte olan özel yüksek öğretim kurumları kanununa uygundu. 
1950-1960 yılları hem Patrikhâne’nin hem de Ruhban Okulunun Türk millî politikaları ve Lozan’da oluşturulan hukukî statünün dışına çıktığı; zaman zaman Türk hükümetlerinden de bu takım tavizler kopardığı bir dönemdir. Söz konusu dönemde, artan Amerika-Türkiye ilişkilerinin de etken olduğu bilinmektedir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın 8 Aralık 1950 tarihinde 927601 sayılı emri ile, Ruhban Okulu’nun ‘Yüksek okul’ hâline getirildiği ve ‘yabancı öğrenci alabileceği’ izni verilmiştir. Millî ve siyâsî gerekçelerle 1939’da yasaklanmış olan yabancı öğrenci alma işi, böylece serbest bırakılmıştır. Bu dönemde Yunan uyruklu öğrencilere ‘öğrencilikleri süresince’ Türkiye’de oturma izni verilmesi ve okuldan mezun olan öğrencilerin Patrikhâne’de ‘stajyer’ adı altında görevlendirilmesi önemli adımlar oldu.
1964 yılına kadar Balkan Ülkelerinden, Afrika’dan, Orta Doğu’dan ve hatta İngiltere’den yabancı uyruklu öğrencilere eğitim verilmiştir. Türk-Yunan ilişkilerindeki gelişmeleri dikkatle takip eden Türkiye Cumhuriyeti, 1964 -1965 ders yılında yabancı uyruklu öğrencilerin okula devam etmelerine izin vermedi.
13 Nisan 1964’te dönemin Millî Eğitim Bakanı, ‘Rum azınlık ilkokullarına bugüne kadar tanınan ne mevzuat hükümlerini aşan özel hakların bundan böyle kaldırılacağını, Ruhban Okulundaki yabancı öğrenci sayısının tahdit edileceğini ve Yunan Hükûmeti’nin Türkiye’de eğitim görmüş 35 öğretmene Batı Trakya’da görev vermediğini, buna aynen mukabele edileceğini, Yunanistan’da Türk azınlık okullarına tanınmayan bu neviden haklar konusunda bundan böyle mütekaabiliyet esası ile sıkı sıkıya bağlı kalınacağını’ açıkladı.
Heybeliada Ruhban (Papaz) Okulu, 1971’de ‘Özel Yüksek Okulların Özelleştirilmesi’ hakkındaki 12 Ocak 1971 tarihli ve 1971-3 sayılı Anayasa Mahkemesi kararı ile bütün Özel Yüksekokulların devletleştirildiği veya kapanmak mecburiyetinde kaldığı dönemde; Heybeliada Ruhban (Papaz) Okulu da ‘özel yüksek okul’ statüsünde değerlendirilmiş, okulun varlığını sürdürebilmesinin ancak Türk üniversitelerinden birisine bağlanarak mümkün olabileceği belirtilmiştir. Hattâ, bu konuda, Heybeliada Ruhban Okulu’nun Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne bağlanabileceğine dâir, söz konusu üniversitenin senatosu 21.12.1971 tarihinde karar almıştır. Bu karar, Okulun yüksek bölümünün faaliyetlerine devam etmesine imkân verecekti. Ancak, Patrikhane ve okul yöneticileri, okulun Türk üniversitelerine bağlanmasını istemediklerinden, okulun teoloji eğiimi veren lise sonrası kısmına -öğrenci alımını durdurarak- okulu kendiliklerinden kapatmışlardır. Okulun lise kısmı ‘Heybeliada Özel Rum Erkek Lisesi’ adı altında 1984 yılına kadar devam etmiş, o tarihte öğrenci bulunamaması gerekçesiyle kendi kararlarıyla kapatmışlardır. Bugün dahi, okulun lise bölümü resmen kapatılmış değildir. Öğrenci yokluğu sebe- biyle faaliyetlerine kendiliğinden son vermiştir. 
Yapılan bütün olumsuz propagandalara rağmen, okulun kapatılması, Türkiye Cumhuriyeti tarafından değil; devletin yaptığı hukukî değişikliğe uymak istemeyen Patrikhane yönetimi tarafından olmuştur.
3 Eylül 1999 tarihli istek üzerine Yüksek Öğretim Kurumu, İlahiyat Fakülteleri çatısı altında “Dünya Dinleri Kültürü Bölümü”nün kurulmasına karar vermiştir. Resmî olarak destek isteğine Patrikhâne’den cevap alınamamıştır.
Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim. 

Prof. Dr. KENAN ERZURUMLU
Amasya İli’nin Suluova İlçesi’nde 1952 yılında doğdu. 1962 yılında Merzifon’da Cumhuriyet İlkokulu’ndan, 1968 yılında Merzifon Lisesi’nden, 1974 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden diploma aldı. 1981 yılında Genel Cerrahi Uzmanı, 1991 yılında Doçent, 1996 yılında Profesör oldu. 
1976’dan 1981 yılına kadar ABD’de Genel Cerrahi alanında çalıştı. Tokat’ın Turhal İlçesi Devlet Hastahânesi’nde Başhekim olarak tâyin edildi. 1991 yılında Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Genel Cerahi Uzmanı olarak göreve başladı. 1996 yılında aynı üniversitenin Uygulama Hastahânesi Baştabi oldu. 2011 yılından itibâren Cerrahi Bölüm Başkanı olarak çalışmaktadır. 
Prof. Erzurumlu, Evli, 2 evlat babasıdır. İyi derecede İngilizce bilmektedir.    
Web Sitesi: http://www.kenanerzurumlu.com  //  E-posta: [email protected]