Musul’u Lozan’da kaybettiğimiz yazılır çizilir, oysa, Türkiye Musul’u 19 Mayıs 1924’te yapılan Haliç Konferansı’nda kaybetmişti.

Daha da acısı, yeni seçilen İngiliz İşçi Partisi Hükümeti’nin Haliç Konferansı’na gönderdiği temsilciler, Musul’u Türklere bırakma eğilimindeydiler. Fakat, Lozan Anlaşması’nın 3. Maddesi gereğince yapılan Haliç Konferansı’ndaki (19 Mayıs 1924) Türk Heyetinde Musul davamızı savunabilecek hukuk ve diplomasi uzmanları olmadığından, önümüze çıkan bu altın fırsatı değerlendirememiştik. Nasturi ve Şeyh Sait isyanları bu fırsatı kaçırmamızdan sonra gündeme gelmişti. “Lozan zafer mi, hezimet mi?” sorgulaması yapanlar öncelikle Haliç Konferansı’nın gerçeklerini bilmelidirler.

M. KEMAL SALLI

Musul’u “kurtarma” operasyonu başlatıldı.

36 Batılı ülke, I. Körfez Savaşı’nda (1991) olduğu gibi, kandırılıp Kuveyt’e sokulan Saddam’ın tepelenmesini anımsatan bir işbirliği yaparak, “Musul’u DEAŞ’tan kurtarma” operasyonu başlattılar.. 2004’te, kurgulanmış bir terör örgütünün, Irak ordusunun korumasındaki iki milyonluk bir kenti ele geçirmesini seyretmekle yetinen 36 Batı ülkesinin, “kurtarma operasyonu” adı altında biraraya gelerek sergiledikleri bu görüntü, aslında bir komedidir.

Ortadoğu’nun enerji kaynaklarını ve dağıtım yollarını “kontrol altına almak” için bölgeyi Cehenem’e çeviren ABD ve Batılı ortakları havada, Musul’u DEAŞ’tan geri alacak “yerel güçler” cephede.. “Yerel güçler” dedikleri, bağımsız devlet masalıyla kandırılan Kürtler..

Peki, malı götürecek olan Batılar “kurtarma” operasyonuna havadan katılırken, ateş hattına sürülen “yerel güçler”, Musul’u kurtardıklarında kime teslim edeceklerini biliyorlar mı? Hiç sanmıyoruz..

Türkler Başika’dan çıksın, Musul operasyonuna katılmasın!” diye nağralar atan Irak Başbakanı İbadi, Musul’un DEAŞ emanetinden geri alındığında Bağdat Yönetimine verilmeyeceğini bilmiyor mu?

Bilmemesi mümkün değil; Başbakan koltuğuna oturtulduğuna göre, kendisine ABD yapımı Irak Anayasası’nın 140. ve 142. maddeleri gösterilmiştir. Bu maddelere göre, Musul ve Kerkük’ün tartışmalı bölgeler olduğunu ve bunların statüsünün “sonradan belirleneceğini” de mutlaka biliyordur. Irak halkının silahlar gölgesinde “özgür iradeleriyle” (!) oylayıp kabul ettikleri Anayasa öyle diyor..

Türkiye Irak’tan uzak dursun” diye efelenip duran İbadiye kızmamak gerekir. Eski Başbakan Maliki’yi, New York’ta, başına tabanca dayayarak istifa ettiren ve onu o koltuğa oturtan güçler kulağına ne fısıldıyorsa, o da onu söylüyor. Çünkü, I. Körfez Savaşı (1991) sonrasında Irak’ı 36 Paralel boyunca bölen ABD ve ortakları, Türkiye’nin Ankara Anlaşması’nı (1926) hatırlamasını ve tartışmaya açmasını istemiyorlar.

Türkiye, 1991’deki Körfez Savaşı’ndan bu yana, Fırat Kalkanı’na kadar, “Kuzuların Sessizliği”ni oynamayı tercih etti;1200 kilometrelik güney sınırları boyunca kuşatılmasını, Ortadoğu coğrafyasında tarihi ve kültürel bağlarının kazandırdığı stratejik derinlikten soyutlanmasını seyretti. Suriye’de, Irak’ta kurguladığımız örgütlenmelerden ya da doğrusuyla yanlışıyla uyguladığımız Suriye politikamızdan değil, dünya kamuoyunu yanımıza çekecek diplomatik ataklardan söz ediyoruz..

NE YANİ, ABD’YE SAVAŞ MI AÇSAYDIK?”

Sovyetler’in dağılması sonrasında uygulamaya konulan Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi operasyonlarına sessiz kalışımızı eleştirdiğimizde, “Ne yani, ABD’ye, Batılı koalisyona, NATO ortaklarımıza savaş mı açsaydık?” mantığı devreye giriyor. Halbuki, uluslararası anlaşmalardan doğan bir hakkı savunmak, yalnızca ateşli silahlar kullanmayı gerektirmez. Günümüzde bir hakkı savunmak için ateşli silahlar kadar etkili yöntemler vardır. Önemli olan bu yöntemleri ateşli silahlar kadar etkili olabilecek şekilde kullanabilmektir. Bu da, bilgi ve beceri gerektirir; bilgi ve beceri sahiplerini, içinde yaşadığı toplumun sorunlarını çözerek formüller üretmeye zorlayan millet olma bilinci gerektirir.1991’den bu yana, Ortadoğu’nun geleceği konusunda yayınlanan kitapların kaçında bilim adamlarımızın imzası var? Uluslar arası arenada sözünü dinletebilen kaç tane hukuk ve diplomasi otoriterimiz var?

Türkiye, Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu gibi, uluslar arası arenada haklarını savunabilecek bilim adamı ve diplomat kuraklığı yaşamaktadır. Eğitim sistemimizi eğitip bu konudaki kuraklık giderilmeden, haklarımızı savunmakta büyük sıkıntılar yaşamak kaderimiz olacaktır.

Sovyetler’in dağılmasından sonra, tek kutuplu kalan dünyamızda Ortadoğu’da nelerin yaşanabileceği, İsrail’in 1982 güvenlik strateji belgelerinde haritalarıyla birlikte yayınlamıştı. Huntington’ın Medeniyetler Çatışması ve dönemin ABD Dışişleri Bakanı G. Rice’ın ayrıntılarını açıkladığı Büyük Ortadoğu Projesi (BOP).. ABD’nin, Sovyetler’in dağılması sonrasında, enerji kaynaklarını ve dağıtım yollarını kontrol altına alabilmek için Ortadoğu’ya çullanacağını açıkça gösteriyordu. Bu çalkantıdan en çok etkilenecek olan ülkenin Türkiye olacağı da biliniyordu. Sınır güvenliği, toprak bütünlüğü tehdit altına gireceği belli olan bir ülkenin, bu gelişmeler karşısında, yıllar öncesinden bir seferberlik başlatması gerekmez miydi?

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen ardından uygulanmaya konuldu. Aldatılıp Kuveyt’e sokulan Saddam’ın ordusu, “Bağımsız bir ülkeyi işgal etti” gerekçesiyle, koalisyon ortakları tarafından tepelendi. I. Körfez Savaşı dediğimiz bu operasyon sonrasında Irak, 36 Paralel’den bölünüverdi. Türkiye, 1926’da, Irak’ın toprak bütünlüğü koşuluyla Musul ve Kerkük’ten vazgeçtiğine göre, Ankara Anlaşması’nın geçerliliği tartışmaya açılmış olmadı mı?.

BİLİM ADAMLARI MİSAK-I MİLLİ TARİHTE KALMIŞ KONULAR” DİYOR, AMA…

Siyasetçilerimiz ve bilim adamlarımız, “Misak-ı Milli, Musul, Kerkük tarihte kalmış, kapanmış konulardır. Musul, Kerkük 90 yıldır Irak toprağıdır” havasındalar. Hatırlatmak isteriz:1950’lerde de, Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, “Bizim ‘Kıbrıs’ diye bir davamız yoktur” diyordu. Fakat, Hürriyet’in öncülüğünde milletin sahiplendiği Kıbrıs, rahmetli Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’nun çabalarıyla imzalanan Londra ve Zürih anlaşmaları sayesinde, yeniden bayrak gösterdiğimiz bir coğrafya oldu.

Bir hak, hak ettiği şekilde savunulursa, mutlaka kazanılır. 1938’deki Hatay başarısı, 1974’teki Kıbrıs başarısı bunun en güzel örnekleridir.

Aynı başarıyı Misak-ı Milli sınırlarımız içindeki diğer bölgelerde gösteremedik. Bugün Musul’u “kurtarmak” için Irak’ta 36 devlet var, ama Musul’un, Misak-ı Milli sınırları içinde olan Türkiye sahada yok; istenmiyor. Çünkü, Türkiye’nin uluslararası arenada haklarını savunabilecek saygın diplomatları ve hukukçuları yok.. Bu konulardaki kuraklık, Türkiye’nin haklı olduğu davalarda bile haksız duruma düşmesine neden oluyor.

ANKARA ANLAŞMASI YÜRÜRLÜKTEN KALKTIYSA…

1926 Ankara Antlaşması Türkiye`ye, Musul ve çevresindeki Kerkük, Süleymaniye, Telafer, Erbil ve Dohuk`u da içine alan 90 bin kilometrekarelik alana, düzenin bozulması durumunda soydaşlarını korumak amacıyla müdahale hakkı veriyor mu vermiyor mu? Türkiye, Irak’ın kuzey parselinde, ABD yapımı Anayasa çerçevesinde Irak Kürt Bölgesi Yönetimi’nin kurulmasıyla bu hakkın doğduğunu savunuyor ve bu durumdan doğan garantörlük haklarının uluslar arası arenada da kabul edilmesini istiyor.

ABD’nin sık sık Irak’ın toprak bütünlüğünden söz etmesinin, Türkiye’nin Başika’da asker bulundurmak için Bağdat yönetiminden izin alması gerektiğini savunmasının nedeni, 1926 Ankara Anlaşması’nın artık geçerli olmadığını gerçeğini saklama çabasıdır. Irak Kürt Bölgesi Yönetimi’nin resmen kurulması, 1926 tarihli ve Irak’ın toprak bütünlüğünü şart koşan Ankara Antlaşması`nı yürürlükten kaldırmıştır. “Ankara Antlaşmanın geçerliliğini yitirmesiyle Musul, Kerkük, Erbil, Süleymaniye, Telafer ve Dohuk`un bir kısmını da kapsayan 90 bin kilometrekarelik alan üzerinde Türkiye`yi Lozan Antlaşması kapsamında hak sahibi yapmıştır.”` Fakat Türkiye, bu gerçeği dünyaya anlatabilme konusunda başarılı olamamıştır.

Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içindeki sorumluluklarından doğan hak ve sorumluluklarını şimdi değil, yıllar önce dile getirilmeliydi. Irak’ta, Suriye’de katledilen her Türkmen’in vebali omuzlarımızdadır. Türkiye, hak ve sorumluluklarını dünyaya anlatabilecek diplomat ve hukuk uzmanı yetersizliği nedeniyle, Haliç Konferansı dramını bir kez daha yaşamak zorunda mı kalacaktır?

MUSUL’U BİR KEZ DAHA KAYBEDİYORUZ

Türkiye, Musul konusunda, aynı çaresizliği1924 yılında da yaşamıştı. Ayrıntılarını Musul Dosyası adlı yazı dizimizde anlatmıştık. Kısaca hatırlatalım..

Musul’u Lozan’da kaybettiğimiz yazılır çizilir, oysa Türkiye Musul’u 1924’te Haliç Konferansı’nda kaybetmiştir. Daha da acısı, yeni seçilen İngiliz İşçi Partisi Hükümeti’nin Haliç Konferansı’na gönderdiği temsilciler, Musul’u Türklere bırakma eğilimindeydiler. Fakat, Lozan Anlaşması’nın 3. Maddesi gereğince yapılan Haliç Konferansı’ndaki (19 Mayıs 1924) Türk Heyetinde Musul davamızı savunabilecek hukuk ve diplomasi uzmanları olmadığından, önümüze çıkan bu altın fırsatı değerlendirememiştik. Nasturi ve Şeyh Sait isyanları bu fırsatı kaçırmamızdan sonra gündeme gelmiştir. “Lozan zafer mi, hezimet mi?” sorgulaması yapanlar öncelikle Haliç Konferansı’nın gerçeklerini bilmelidirler.

Neden? Bu kahredici sorunun yanıtı, Türkiye’nin yaşadığı yetişkin adam kıtlığıdır.

Haliç Konferansı’nda Türk heyetine TBMM Başkanı ve İstanbul Milletvekili Fethi Bey, İngiliz Heyeti’ne ise Britanya’nın Irak Yüksek Komiseri Sir Percy Cox başkanlık ediyordu. İngiltere’de ilk kez iktidara gelen İşçi Partisi Hükümeti, kendilerinden önceki yönetimin Musul politikalarını haklı bulmuyor, özellikle Musul’un Mondros Mütarekesi’nden sonra ‘fethedilerek’ alınmasını çok yakışıksız bulduklarını ifade ediyordu. Fakat, ne yazık ki, ne konferans heyetinde ne de Ankara’da bu fırsatı görüp değerlendirebilecek diplomat ve hukukçu kadromuz yoktu.

Haliç Konferansı’nı vikipedi gibi kolay ulaşılan Batı borazanı kaynaklardan okursanız, bu konferansta İngilizlerin Musul’un yanı sıra Hakkari’yi istediklerini görürsünüz. Doğrudur, ama bu istekler, İngilizlerin savunma gücümüzün yetersizliğini görmelerinden sonra ortaya çıkmıştır. Önce Nasturi, sonra da Şeyh Sait isyanları gündeme gelmiş ve Türkiye’nin iç sorunlara odaklanmak zorunda kaldığı bir süreçte Musul, İngiliz mandasındaki Irak sınırları içine alınarak Türkiye’den koparılmıştır. Bugün de, benzer oyunla, Irak Kürt Bölgesi Yönetimi sınırları içine kaydırılan Kerkük ve Musul Irak’tan koparılmaktadır (Bkz: “Musul’u Çalma Operasyonu” başlıklıyazımız)

Bilgisizlik ve bilgisizliğin getirdiği ilgisizlik nedeniyle Musul’u, Lozan’da ya da Cemiyet-i Akvam’da değil, 19 Mayıs 1924’te yapılan Haliç Konferansı’nda kaybettik. Ne yazık ki, bu gerçeği de ancak yıllar sonra farkettik.. “Lozan zafer mi, hezimet mi?” diye ahkam kesenlerin öncelikle Haliç Kongresi’nin gerçeklerini bilmeleri gerekir.

Buraya lutfen dikkat: Britanya’nın İstanbul’daki temsilcisi Lindsay, Türkiye’nin kaçırdığı bu fırsatı değerlendirirken, “Türkiye’de, Musul konusunda bilgili ve konuyla ilgili bir tek insan yoktu. Dolayısıyla Türk kamuoyunun baskısından çekinmeye de gerek yoktu” diyordu. Bu tarihi belge İngiliz arşivlerinde duruyor.

MUSUL’DAN VAZGEÇEMEYİZ” DEMEK HAMASET DEĞİLDİR

Musul konusu başta olmak üzere, Irak ve Suriye coğrafyasındaki hak ve sorumluluklarımızı dünyanın anlayabileceği bir dille anlatmak zorundayız. 1200 kilometrelik güney sınırlarımız boyunca kuşatılmayı kabul etmemiz intiharımız olur; kabul etmemiz mümkün değildir.

Bugün, varisi olduğumuz Osmanlı’nın Ortadoğu’daki toprakları yeniden parselleniyorsa, 1260 kilometre sınırımız olan Irak ve Suriye’deki savaştan kaçan milyonlarca insan ülkemize sığınıyorsa, sınırlarımızın hemen ötesinden tepemize füzeler yağdırılıyorsa, Musul’u “kurtarma” operasyonu bağlamında bölgemizi Cehennem’e çevirecek mezhep çatışmaları körükleniyorsa, Irak ve Suriye ile bir karış ortak sınırı olmayan 36 ülke Musul operasyonunun ön saflarında bayrak gösteriyorsa, Türkiye’nin “Musul’da da varım, masada da!” haykırışı hamaset değil, haktır.