“II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın gördüğü en vahşi katliam” olarak nitelemişti bu gaddarlığı Aliya Izzetbegoviç. 
Peki ya neydi bu zulüm? 
Resmi rakamlara göre 9000’e yakın insan evladının, belki bir o kadar da hafızalardan sildirilmiş mazlumun, ne uğruna kemikleri başsız cesetlerinden ayrılmıştı?
Hangi adi amaç uğruna yakılmıştı zulümle bütünleşmiş bedenler, küllere boyanmış kızgın krematoryumlarda? 
Bizzat kendilerinin ‘’güvenli bölge’’ olarak ilan ettiği Srebrenitsa’da insanlar katledilirken, Birleşmiş Milletler armut mu topluyordu yoksa? 
Ya da mesela Sırp Özel Güvenlik Güçleri, nam-ı diğer akrepler, kurşuna dizilen binlerce adamın anasına, bacısına, kızına sulanmaktan başka uğraş bulamayan avare bir pislik yığını mıydı? 
Veya kendilerini savunmalarına dahi izin verilmeyen, ellerindeki bütün silahlar toplatılmış binlerce Müslümanın, cismine ve ruhuna tecavüz etmeyi; onlara desen desen işkencelerle muamelede bulunmayı mertlik addeden bir korkaklar ordusu muydu bu akrepler?  
Şöyle bir baktığınızda, gerçekten ‘’Barış Gücü’’ müydü bölgeye konuşlandırılan 400 Hollandalı asker? 
BM Barış Gücü Komutanı Thomas Karremans, sahiden de ‘’sulh’’ idare etmekle mi meşguldü?
Yahut 2 tane F16’yı allayıp pullayıp, kan rengi şehrin üstünde göstermelik bir tur attıran, kibir müptelası bir şovmenden mi ibaretti? 
Bütün yapabileceği bu muydu, şu ‘’portakal’’ kafalı utanç abidesinin? 
25 bin mülteciyi de bünyesinde bulunduran koskoca bir kenti, neler olacağını bile bile vicdanı kör olmuş bir ‘’Sırp Kasabı’’na bırakıp terk ettiği için siyasi bir deha mıydı? 
Kendisine sığınan on binleri, ucuz birkaç parça hediyeye satacak kadar haysiyetsiz miydi? 
Masum Müslümanları katliamın göbeğine bırakıp, kendi çukur dünyasının tahtına oturmaya devam ettiği için mi şehirden topukladıktan hemen sonra albaylığa terfi ettirilecekti? 
Aldığı rüşvetlerin karşılığında yaptığı ihanetin kutlamalarını, 21 yıllık bu büyük vebalin başkumandanı olan Ratko Mladiç’le kahkahalar eşliğinde kadeh tokuşturarak yaparken, küfür pompalayan kalbinde hiç mi sızı hissetmeyecekti? 
Sanmıyorum. 
Bu yaratıklar, haykıran nefisleri gözlerinin önüne getirebilecek kadar normal, kulağında çınlayan çaresiz feryatları duyumsayabilecek kadar insancıl değildi. 
Gelelim Mladiç’e…
Fıtrat itibariyle insani normlardan yoksun bu müptezel hakkında yazıp çizmek bile onun münasebetsiz şahsına bir kişilik yüklemektir. 
Fakat en azından şunu belirtmek istiyorum: 
Maalesef hala hayatta olup, azab-ı ilahinin sonsuzluğuyla tanış olmamış bu mahlûk, zannımca, soykırım öncesi kameralara karşı sahte zaferlerin kahpe galibi edasıyla poz verip havlayarak ifade ettiği “İşte 11 Temmuz 1995’te Sırp şehri Srebrenitsa’dayız. Büyük bir Sırp bayramı arifesinde iken bu şehri Sırp milletine armağan ediyoruz. Nihayet, yeniçerilere karşı ayaklanmasından sonra bu toprakta “Türkler”den intikam almamızın vakti geldi” cümlelerini içten bir üslupla sarf edebilecek kadar bile vatanperver değildi! 
Yani demem o ki, hakaikte, bu müsvedde varlık; olanca hiçliğinin ihtivası dâhilinde İslam ve Türk düşmanı olabilecek bir konumda, bir kapasitede bile değildi…  
Hem o değil miydi yaptığı zulümler sebebiyle sorguya alındığında, korkusundan pantolonunu kendi pisliğiyle kirleten? 
Neyden korkmuştu? 
Yaptığı kanlı katliamdan sonra vicdanı mı titremişti? 
Yoksa, taşıyamayacağı yüklerin altına girmiş bir pısırığın, bedel ödeme vakti gelince salgıladığı sıradan bir ürkeklikten dolayı mı kendisine hâkim olamamıştı?
Hâsıl-ı kelâm… 
Srebrenitsa barbarlığından geriye, samimiyetsiz günah çıkarmalar ve bu vahşiliği kuru bir soykırım olarak nitelendirmeler kalmıştı… 
Hayâlleri, ümitleri, inançları yakan bu zulüm; kibritin yanmayan ucundakiler için sadece bir kınama, unutulmayacak bir acı tablo ile hemhâl olabilenler için de ufacık bir çocuğun sorduğu sorudan ibaretti: 
‘’Küçük çocukları küçük kurşunlarla öldürürler değil mi anne?’’