Bir fırsatını bulup, merhum hocam, müderris Yusuf Kurtiş’e mûtad / her zamanki ziyaretlerimden birini daha yapmış; yine enteresan bir hatırasını dinlemek bahtiyarlığına ermiştim.
Mezkûr / adı geçen hocam, komünizm zulmünden ötürü, Ohri’den (Yugoslavya’da  -Makedonya-  Arnavutluk sınırı yakınındaki şehir. I. Murad devrinde sadrazam Çandarlı Hayrettin Paşa tarafından fethedilerek, Osmanlı topraklarına katılmış (1385); Manastır eyaletine bağlı bir sancak merkezi olmuştu. Balkan savaşı sırasında, Sırp ve Karadağ kuvvetlerince ele geçirildi (1912). ) ailesiyle kaçıp gelmiş; İstanbul’un kenar semtlerinden Kazlıçeşme’ye yerleşmiş muhacir ve göçmenlerden biriydi.
Vatanını terkederken, her şeylerini arkada bırakarak, güç belâ Türkiye’ye ulaşmış olduklarından, ağır hayat şartlarıyla karşılaşırlar. Bunun üzerine hocam bir kulübe edinerek, saat tamirciliğiyle maişetini te’mîn etmeye ve sağlamaya çalışır.
Böylece geçinip giderken, bir gün, kulübesine oldukça yaşlı, ciddî, vakur görünüşlü bir zâtı muhterem girer ve bozulan saatine bakmasını ister.
Saati açıp bakan hocam, önemli bir ârızası olmayan  saati çalışır hâle getirir ve  “buyrun” diyerek geri verir. Diğer işlerine koyulur.
Müşteri tâmir ücretini sorar. Gözü tok ve kanatkâr bir şahıs olan hocam: “Önemsiz, ücrete değmez.” Der. Müşteri ısrar ederse de, hocam tekrar: “Ücretlik bir iş değil.” Diyerek, artık  öteki saatlerle meşgul olmaya başlar ve lisânı hâlle, biraz da hâl ve tavrından dolayı saygıya değer bulduğu kişinin, gitmesi gerektiğini ima eder.
Biraz sonra başını tezgâhtan kaldırdığında, bir de ne görsün! Kulübenin, kontrplak duvarına tebeşirle, enfes bir hatla, çok güzel bir Besmele-i Şerîfe çekilmemiş / yazılmamış mı?
Gözlerine inanamaz! Seyrine doyum olmayan Hat’a / Osmanlıca Yazı’ya bakakalır. Neden sonra aklı başına gelir ve yıldırım gibi yerinden fırlar. Sokakta bir o yana bir bu yana koşarak, az önce saatini tâmir edip de, ücretini reddettiği zarif beyefendiyi bulmaya çalışır.
Fakat heyhat, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiştir. Süklüm püklüm geri döner. Konuşmak, sohbet etmek istediği zâtı muhteremin; kim olduğunu anlamıştır.
Gıyaben tanıdığı ve vicahen / yüz yüze de tanışmaya can attığı kimse; Âlem-i İslâm’ın medarı iftiharı, Osmanlı’nın son büyük hattatı, sayısız Hat / Osmanlıca Güzel Yazı talebesinin büyük üstadı; Hattat (Güzel Yazı Üstadı) Hâmid Aytaç Efendi Hazretleri’dir. (Türk Hatt San’atı’nın son büyük üstadı, HATTAT  HÂMİD  AYTAÇ  (Musa Azmi),  -1892, Diyarbakır – 18 Mayıs 1982, İstanbul- )
Şimdi kendisi de merhum olan büyük hattatımız, ücreti reddeden hocama, reddettiği ücretin; mânen çok fevk ve üstünde bir karşılıkta bulunmuş. Böylece ücret istememesini,   çok san’atkârane bir şekilde karşılamış olur.
Velhasıl, büyüklerin büyüklükleri de, bir başka türlü büyük oluyor vesselâm.