Nasıl anlatabilirdim ...
Toprak olacak bir ruhun yerine koyacağım herşeyin bir gün kabahat olmadığına?
Gözlerindeki maviliği,
Başından beline kadar uzanan
bembeyaz yazmanı, dantelli yün yastıklarını,
sabaha doğru serin rüzgarla
tahtta kıldığın namazını,
ellerinle ördüğün avlunun duvarlarını,
seni görünce heyecanlanıp sana koşan
onlarca sokak hayvanını ve
bir de banyoda suyun sıcaklığına
dayanamayıp ağlarken,
hafifçe kafama vurduğun
bakır tasın sesini hiç unutmadan,
seninle büyüdüğümü ve
yaş aldığımı yokluğunun derin boşluğunu,
şimdilerde kendi heybemde büyütüyorum…
Gezegenimin sende sonsuz kez tutulduğu güneşin ta kendisiydin.
Bir sonbahar akşamında,
parmak izlerinin saçımda
kodladığın meçhul bir güne uyandım.
Derinlerin en derinine nasır tutmuş,
kaderin çorak topraklarında kök salmış
çınar ağacıydın sen aslında.
Rengarenk dünyamın en nadide kuzusu…
Heybende biriktirdiğin misketlerin karmaşası
günden güne artarken,
eksilen yanlarının farkına varmadan
yoluna devam ettin.
Heybendeki en büyük miskete yüklediğin
anlamların tarifi güçtü, senin için.
Hayatına yön veren en büyük zaafın
heybende biriktirdiğin misketlerindi oysa...
Parlasın, çizilmesin ama
hep heybemde olsun diye direttiğin,
kırılmasın diye defalarca heybene yama yaptığın...
Aradan yıllar geçti,
heybendeki misketlerin kendi karmaşası
o kadar çoğaldı ki ağırlıklarının
altında zorlanmaya başlar oldun.
Birbirlerini törpüleyen misketlerin masumluğu parlaklığı zaman geçtikçe eskiyordu.
Sert geçen bir kış günüydü, HATIRLA!
Yerlerdeki kar örtmüştü tüm
Mezopotamya ovasını.
Toprak damlı yuvada kar küreği
ile karı temizliyordun.
Odun sobasında fokurdayan
tenceredeki yemeğin kokusu evi sarmıştı.
Karların içinde başı dimdik duran Berfinleri seyre dalarken heybendeki misketlerden birini kaybettiğini fark ettin...
Yorgunluğuna eşlik eden heybenin
ağırlığı okadar acı veriyordu ki,
karanlık tünelde neler olup bittiğinin
farkına varmadan savruluyordun artık.
Sımsıkı sarıldığın elindeki misketlerden birinin yokluğuna alışmadan, bir başka misketi de kaybettiğini sonradan anladın.
Son nefesine kadar bir gün
döneceğine inandığın o iki misketi
hep arayacaktın.
Gönül mabedinde umudunu saklamıştın,
bir gün bulacağına inanıyordun.
Yıllar yolları kovaladıkça, yollar yıllardan öc alıyordu.
Zaman, heybesini törpülüyordu.
Tünelin acımasız, kapkaranlık ve dikenli yolları yorgunluktan ruhunu çekiyordu adeta. Zaman ilerliyordu. Yüzündeki yorgunluk, bedenine ve ruhuna işledikçe, yaşama karşı inanılmaz güçlü ve asil duruşunla da misketlere ders veriyordun.
Baharı büyük bir heyecanla
bekleyen koca çınar,
bir Eylül sabahında...
Belki sadece senin değil,
heybendeki tüm misketlerin berraklığını,
ifadelerini, ruh hallerini dahi karaya çalan,
sadeliği, güzelliği, şefkati, iyiliği en çok parlayan misketin
bu defa kaybolmasına değil;
gerçekten kırılıp heybeden ayrılmasına şahitlik ettiler.
Sen ise sadece seyretmedin.
Kırılan misket camlarını
ellerine alıp sonsuzluğa uğurladın.
Seni sadece üzmedi,
o misket kırılırken seninde bir yanını
kendisiyle beraber götürmüştü sanki...
Çünkü hiçbir şey artık
eskisi gibi asla olmayacaktı.
Heybenin ağırlığını taşıyamayacağın
anları kovalıyordun.
Sımsıkı sarıldığın misketleri
yine de bir arada tutmaya çabalıyor,
onları bir arada tutmaya devam ediyordun...
Yelkovanın akrebi kovaladığı gibi,
zamana direnemeyen yaşın ağırlığına
bedenindeki ağrılar eşlik ediyordu.
Sadece yorgun değilsin.
Ruhun ile bedenin arasında cephelerin
belirsiz olduğu bir iç savaş yaşanıyordu...
Heybendeki misketler
teker teker dağılmaya başlamış bile...
Bugünlerde sana çok daha yakınım,
belki duygusal belki de korkarcasına yakın...
En azından misketlerin sekizincisi olan ben
törpülenen heybenin dibinde saklıydım…
Çocukluğumdan bugüne kadar
değişmeyen tek şey, ellerimin saçlarına
bir ırmak gibi akmasıydı.
Saçlarınla oynarken bulduğum huzurun
günden güne ellerimden kayıp gittiğini
şimdi çaresizlikle izliyorum...
Küçükken gökkuşağının altında süzülen
uçurtmanın ipinin birden koptuğu
ve bir daha o uçurtmaya kavuşmayacağım
hissini seninle yaşıyorum...
Kendi heybenin ağırlığını bir pazar sabahı ellerinden bıraktın. Ama kolay ama zor o heybenin emanetçileri bizlerdik artık. Son nefesine değin sımsıkı elleriyle seni sarıp sarmalayan herkesin mabedinde sonsuz bir ışık oldun.
Büyüttüğün, beslediğin, toprağa yeşersin diye diktiğin onlarca fidanın yanına bu gün ruhunun tohumlarını ektim…
Sana minnettarım, biliyorsun.
Bu dünyadaki koşulsuz sevginin
ve kabulün tek sığınağısın.
Her şey için sana sonsuz kez
teşekkür ediyorum...
Bazen düşünüyorum da, kimbilir;
belki de gitmelerine müsaade etmediklerin,
vakitsiz giden misketler kadar mutlu değillerdi.
Bugün sen gibi…