27 Aralık 1936'da vefat eden şair, hafız, veteriner hekim, öğretmen Mehmet Akif Ersoy, bununla beraber Sırat-ı Müstakim ve Sebil-ür Reşad dergilerinin başyazarlığını yapmış olup Kurtuluş savaşı sırasında Milletvekili olara TBMM’de yer almıştır.
Safahat’ında yer alan şiirleri herkesin malumudur.
Mehmet Akif söz konusu olduğunda hep hatırladığım birkaç küçük hatırasını nakletmek isterim.
Dokuz yaşlarında babasıyla beraber camiye gidişini, cemaat namaza başladığında arkalarda arkadaşlarıyla hasırlar üzerinde koşuşturup oyunlar oynadıklarını anlatır. Akif’in hatıraları arasında anlattığı bu güzelliğin çağrışımları, yani ses çıkardığı için azarlanan çocukları hatırlatır yer yer.
Akif,  hassas bir yapıya sahip olmakla beraber sözüne sadık kişiliğiyle de hatırlanır. Aynı zamanda sessiz, sakin bir yaratılıştadır da. Fakat bam teline basıldığında ise hazır cevaplılığı giriverir devreye.
Bir gün had bilmezin birisi, alay etmek maksadıyla sorar; ‘Siz baytardınız değil mi?’ Akif cevabı yapıştırır. ‘ Evet, nereniz ağrıyordu?’
Akif eserlerinde hep milletin ıstırabını, meselelerini dile getirme gayreti içinde olmuş, yazmış olmak için yazmamıştır. Milletin derdiyle dertlenmek onun şiarıydı. Kalemini de hep bu istikamette kullanmaya gayret etmiştir.
Çok üzüldüğünü, hatta hayatı boyunca karşılaştığı en acı hatıra olarak naklettiği bir husus var ki doğrusu akıl almıyor.
Sebil’ür Reşad çıkardığı sıralar parasız kalır, ihtiyacını karşılayabilmek için kime borçlanabileceğini düşünür. Malum böyle sıkıntılar olduğunda destek aramak fevkalade zordur, hele Akif için… Derginin basımı gecikiyor bir an önce bunu halletmesi lazım. Ve nihayet Sultanhamam eşrafından bir tanıdığı geliverir aklına. O kimse Akif’le ne zaman karşılaşsa önünü ilikleyip bir temenna ile hal hatırdan sonra bir emrinin olup olmadığını sormaktadır. Akif çaresiz derdini arz etmek üzere malum şahsın dükkânına gider.
O anda iki müşterisiyle konuşmakta olan şahıs Akif’in selamını alarak girişteki iskemleyi işaret edip ‘buyur üstad’ der. Gösterilen iskemleye oturup bekler. Uzun bir bekleyişten sonra misafirlerini uğurlayan dükkân sahibi oturduğu koltuğunda gerinerek ‘eee üstat ne var ne yok’ diyerek sözü başlatır. Akif’te durumu arz etmeye başlar. ‘Malum Sebil-ür Reşad dergisini neşrediyoruz ya biraz sıkıntımız var da.’ Akif daha sözünü tamamlamadan malum kişi koltuğunda biraz daha gerinerek ‘Yani üstad paramı istiyorsun’ der.
Bu karşılamaya çok üzülen Akif hemen lafı değiştirip , ‘Yanlış anladınız, bazı yazarlarımızın makaleleri henüz elimize ulaşmadı dergi vaktinde çıkamayacak, sıkıntı dediğim odur’ der ve izin isteyip oradan ayrılır.
Şimdi, ihtiyaç duyduğumuzda şiirlerini büyük bir iştiha ile okuyup övündüğümüz Akif’imize ne kadar sahip çıkıyor hakkını ne kadar teslim ediyoruz bilemem ama bir acı daha var ki Çetin Altan’ın anlattığı. Doğrusu anlaşılabilir gibi değil.
Çetin Altan’a gider Akif’in oğlu olduğunu, bir miktar paraya ihtiyacı olduğunu söyler. Çetin Altan cüzdanını uzatır. Uzatır da, utanır üzülür, adeta kahrolur. Akif’in oğlu nasıl olur… netice cüzdanı kabul etmez çok değil ihtiyacım der. Altan’ın uzattığı kağıt paralardan en küçüğünü alır teşekkür edip gider…
Ondan kısa bir süre sonra Beşiktaş’ta çöp kutularının yanında Akif’in oğlunun naaşının bulunduğunu öğrenir.
Kime ne diyebiliriz ki, büyük büyük laflar edip de tozu dumana katanlar, ucuz kahramanlıklar taslayıp har vurup harman savuranlar varken ne diyebiliriz ki.
Ne diyebiliriz, içimize sindirmeye çalışmaktan o güzel insanlarımıza rahmet okumaktan başka ne yapabiliriz. ‘Asım’ın nesli nerde’ sorusunu haykırmak mı gerekir acaba. Kime duyurabiliriz sesimizi, kim anlar ki….