O da, bu satırların yazarı gibi, “Kaf’ı” “Gayın” okuyan, Konyalı’lardan biriydi. 
Çok genç yaşında gurbete çıkmıştı. Çünkü, doğup büyüdüğü yer, o zamanları Konya İli’ne bağlı, Ermenek Kazası’nın Taşkent Kasabasıydı. Taşkent, ismiyle müsemmâ, tarıma elverişli toprakları bulunmayan, her bir tarafı taşlık olan bir Anadolu kasabasıydı. Aslâ, tatmin edici olmayan hayvancılık’tan başka herhangi bir meşgale, iş sahası yoktu. Tıpkı, Antalya’nın Akseki, Konya’nın Bozkırı ve diğer kırsal kesimlerin insan’ları gibi, tıpkı, Taşkent’li, Çelimsiz Ahmad’ın babası, Mehmed Duran Ağa gibi ve diğer Taşkent’liler gibi o da, erken yaşlarında gurbetin yolunu tutmuş, İstanbul’a gelmişti. 
İstanbul’da, bir müddet, Konyalı, Kadınhanlı’lı, Topbaşların fabrikalarında çalışmış, daha fazla emir-komuta altında çalışmaya dayanamadığı için buradan ayrılmıştı. (Oysa, Topbaşlar’da iş tutan hemşehirli’lerimiz, bu işyerlerinde emeklilik hakkını elde edip ayrılırlardı. Hattâ, emekli olduktan sonra da kayd-i hayat şartıyla buralarda çalışanlara rastlanırdı.) 
Kendisi bir ara bir bakkaliye dükkanı açmıştı. Bundan dolayı daha sonraki yıllar’da, mücadele arkadaşları kendisine “Millî Bakkal” unvanını vereceklerdi. 
1950’li yılların sonları ve 27 Mayıs 1960 Darbe-i Hükûmeti’nin sonrası, 1960’lı yılların başıydı. Başta, İstanbul ve Ankara olmak üzere, büyük şehir’lerde anarşik hareketler başlamış, üniversite çevrelerinde komünizan ve faşizan hareketler hızla yayılmaya başlamıştı. 
Maarif’de, kültür ve sanat’da, C.H.P’nin Köy Enstitü’lerinde yetiştirdiği Marksist idareciler iş başına getirilmişlerdi. Türkiye çapında Marksist’ler, Leninist’ler gemiyi azıya almışlardı. 
San’at dünyası dedikleri, sinema ve tiyatro’larda, adilik, pespâyelik had safhadaydı. 
İstanbul’da, Ankara’da, bir avuç Milliyetçi, -o zamanlar, T.C. Kanununun 163. Maddesi mer’iyyette bulunduğu için, “Mukaddesât” “Mukaddesatçı” ta’birleri pek kullanılmazdı. Az sayıdaki Milliyetçi çevrelerde memleketimiz için çok ciddî endişeler vardı. İstanbul Üniversitesi çevreleri merkez durumundaydı. Beyazıd, Marmara, Küllük Kahvehâne’lerinde az sayıda Milliyetçi-Mukaddesatçı-Muhafazakâr grupların oluşturduğu küçük çaplı toplantılar yapılırdı. Bu toplantıların baş aktörlerinden birisi her zaman o idi. 
Devlet, Belediye ve Özel tiyatro’larda, hemen hemen, bütün temsiller’de, Aziz Milleti’mizin kadîm değerlerini tezyif eden karalayan, istihza eden eser’lere yer veriyorlardı. En azından bunlara korku salmak üzere, cam-çerçeve indirmek, masa-sandalye dağıtmak üzere oluşturulan müfreze’nin en başında o vardı. O olurdu. Çünkü kendileri Milliyetçilik, Mukaddesatçılık, Muhafazakâr’lık denildiğinde, gözünü budaktan esirgemeyen, bir aslan gibi kükreyip öne atılanlardandı. Bir başka kahraman da, Merhûm, emekli öğretmen Reşad Akı idi. Kendisi bu kabil hareketlere katılmaktan sık sık, açığa alınırdı. 
Ben, kendilerini, 1970’li yılların başından i’tibâren tanımıştım. 12 Ekim 1969 tarihinde yapılan milletvekilliği umûmî seçimlerinde, Aziz Milletimiz, 1960 Darbe-i Hükûmetinden sonra yapılan üçüncü Genel Seçimlerde de, uygulanan seçim sistemine rağmen, kâhir bir ekseriyetle, rekor bir rey nisbetiyle, C.H.P.’nin karşısında bildiği, Adalet Partisini ikinci kez iktidar yapmıştı. Fakat, seçimlerden sonra, Demirel, 1965-1969 seçimlerinde partiyi sırtlayan ve Anadolu’nun pek çok il’inde oy patlamasını te’min eden Milliyetçi-Mukaddesatçı kanadı, bütünüyle, hem hükûmetten hem de parti’den tasfiye etmişti. Bu hareket sonun başlangıcı olmuş, iktidar zayıflayınca, huzursuzluk-anarşi artmıştı. 
İşte tam da bu vasatta Matbuat Âlemi (Basın Dünyası) ne durumdaydı? Ma’lum gazete’ler bugün olduğu gibi, genellikle sol’un emrinde, C.H.P. istikâmetinde şirretliklerine devam ediyorlardı. 
Başat gazete’ler’den, Tercüman Gazetesi, Adalet Partisi’nin, Yeminliler, masonlar kanadını destekliyordu. Son Havadis Gazetesi zâten, parti organı gibi yayınlar yapıyor, doğrudan Demirel’e destek veriyordu. 
Hemen hemen, sol’un her fraksiyonu’nun bir gazetesi veya dergisi vardı. Sönmez Neşriyat Anonim Şirketi’nin finanse ettiği, Mehmed Şevket Eygi Ağabey’in çıkarmakta olduğu haftalık, Yeni İstiklâl Dergisi, zaman içinde günlük, Bugün Gazetesi’ne dönüşmüştü. 1965 yılında onun da aralarında bulunduğu kimi Milliyetçi-Muhafazakâr’lar tarafından çıkarılan Babıâlîde Sabah Gazetesi, bir müddet de, Merhum Muammer Topbaş ve Topbaş ailesince idare edildiyse de Mehmet Şevket Eygi Ağabey’e devredilmişti. Zaferler ayı Ağustos ayında, biz de, Haftalık Ufuk Siyâsî Dergi’yi çıkarmaya başlamıştık. 1969 Seçimleri arefesinde, anlaşmazlığa düştükleri için, Babıâlide Sabah Gazetesi’nden ayrılan, Hüseyin Hilmi Işık Merhum’un talebesi de, sonradan adı Türkiye olarak değiştirilen günlük Hakîkat Gazetesi’ni neşretmeye başlamışlardı. Said Nursî’nin şâkird’leri de, Merhum, Mustafa Polat’ın öncülüğünde haftalık İttihad Dergisini günlük Yeni Asya Gazetesi haline getirmişlerdi. 
Merhum Prof.Dr. Erol Güngör’ün öncülük ettiği ve diğer Milliyetçi-Muhafazakâr üniversite mensuplarının desteklediği, günlük, Ortadoğu Gazetesi ve Kahramanımızın, ba’zı yakınlarıyla birlikte neşretmeye başladığı BİZİM ANADOLU Gazetesi... 
Belli-başlı gazete’lerin, dizgi-tertip-baskı te’sisleri vardı. Günlük-Haftalık pek çok gazete ve dergi’nin kendisine ait, dizgi-tertip ve baskı te’sisi bulunmadığı için, devlete ait, Cağaloğlu, Şerefefendi Sokağın sonlarına doğru, Kapalıçarşı’ya yakın yerde, Güneş Matbaacılık A.Ş.’de dizilir, tertip edilir ve basılırdı. –Güneş Matbaacılık, 27 Mayıs 1960 Darbe-i hükûmetinden sonra, Demokrat Parti ve bu partiye yakın, ba’zı gazete’lerin İstanbul ve Ankara’da bulunan te’sislerinin devletleştirilmesiyle devletin olmuş ve Maliye Bakanlığı’na bağlanmış Matbaa te’sisleriydi... 
Ba’zı gazete’lerin idare ve yazı işleri de, bu Güneş Matbaacılığın bünyesindeydi. Güneş Matbaacılığın kiracısıydılar. 
Ufuk Gazetesi’nin dizgi-tertip ve baskı işleri için hafta’nın üç günü matbaa’da bulunurdum. 
Bizim Anadolu Gazetesi’nin İdarehânesi de buradaydı. Kahramanımız, bu Gazete’nin sahibi, Merhûm Hemşehirlim, Büyüğümüz, Mehmed Emin Alpkan Ağabey her rastlaştığımızda, bir kahve-çay içimi için odasına da’vet ederdi. Vaktimin vüs’ati dahilinde ben de bu da’vet’lere icabet ederdim. Uzun uzun, sohbet ederdik. 
“Ülen Oğlum. Gonya’nın böyük gazalarından birisinin nüfusu gadar bile nüfusu olmayan Isparta bile bir Başvekil çıkardı da, gosgocaman Gonya hâlâ bir Başvekli çıkaramadı,” derdi. 
Osmanlı Devlet-i Aliyye hayranıydı, fakat sapına kadar da Türkçüydü. Oturduğu masa’nın arkasında kocaman bir Türk Dünyası haritası vardı. Başının büyüklüğü ile iftihar eder, “Su katılmamış Türk’lerin başları böyük olur,” derdi. Astragan Kalpak giyer, kalın kumaştan paltosu, eski askerî kaputları andırırdı. Giyimiyle-kuşamıyla tam bir Aksakallı, Türken Kocasıydı. Konuşmalarında bütün diğer Konyalı’lar gibi “Kaf”ları, “Gayn” olarak telaffuz ederdi. Onun için Merhum’un aramızdaki kod adı, “Angara” idi. Aslında, T.C. 6. Cumhurbaşkanı, F.Sabit Korutürk, Vehbi Koç, T.C. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de politikaya girdiği ilk yıllarda Ankara’yı “ANGARA” olarak telaffuz ederlerdi. 
1970’li yılların ortalarında, Cağaloğlu, eski Düyûn-u Umûmiyye Binasında eğitim veren, İstanbul Erkek Lisesi’nin yatılı bölümünde çelimsiz, (toplu olmayan, nahif vücutlu) bir çocuk, gençliğe yeni yeni, adım atan birisi vardı. 
Bu çocuğu zaman zaman, Mehmed Emin Alpkan’ın, Şerefefendi Sokağındaki bürosunda, zaman zaman da, Sabah Gazetesi’nin, Sultanahmed, Ticarethâne Sokağındaki Fetih Hanındaki bürolarında veya İnciliçavuş Sokağındaki Matbaasında görürdüm. 
Bu utangaç, iyi terbiye almış nahîf çocuk, Kemâl-i Hürmetle, Mehmed Emin Alpkan Ağabey’in elini öper hayır dua’larını alırdı. 
Bu nahif çocuk, zaman zaman, Türk Haberler Ajansı’na, Anadolu Ajansı’na uğruyor, Bizim Anadolu ve Sabah Gazetesi’nin kutucuklarından teksir edilmiş ajans bültenlerini alıp gazete’ye getiriyordu. Gelirken bir çırpıda bültenleri okuyor, daha ziyâde dış haberlere alaka duyuyor, Gazete’ye geldiğinde de, ba’zı haberlere dikkat çekiyor, ba’zı haberler için de yorumlar yapıyordu. Yine bir gün Mehmed Emin Alpkan Ağabey’in büro’sunda bulunduğumda bu nahif çocuk geldi. Alpkan Ağabey’in elini öpüp ayrılırken, Mehmed Emin Ağabey, bana döndü ve “Ha bu çocuk, Bizim Taşkent’ten, Davud’ların Mehmed Duran Ağa’nın oğlu Ahmad’dır. Bu çocuğa dikkat ediniz. Ha şu bizim Mehmed Duran Ağa’nın oğlu Ahmad, birgün böyük yerlere gelecek, böyük adam olacak!” dedi. 
Ruhun şâd olsun, Rabbim, ruhunu Mele-i Âlâ’da ferahnak eylesin!  “Abdal’a Mâlûm Olurmuş,” denilirdi. 
Mehmed Emin Ağabey! Senin ömr’ün vefa etmedi. Ruhun rahat olsun ki, Konya Başvekil çıkardı, hem de bir değil iki. Birisi, her ne kadar aslen Sinop’lu olsa da 1969 seçimlerinden i’tibaren katıldığı bütün seçimlerde Konya Milletvekili seçilen, Merhûm Prof.Dr. Necmeddin Erbakan, diğeri de ruhun müsterih olsun, hani şu bizim Davud’ların Mehmed Duran Ağa’nın oğlu, Çelimsiz Ahmad var ya! “İleride Büyük Adam olacak,” diyordun ya! İşte, şimdi, 2014 yılında, Mehmed Duran Ağa’nın oğlu, Çelimsiz Ahmad, hâlâ! Nahif, hâlâ zarif, hâlâ centilmen, ama artık o Türkiye Cumhuriyeti’nin 42. Hükûmeti’nin Başkanı, Başbakan’dır. Senin çok sevdiğin kelimelerle bir daha yazayım. Prof. Dr. Ahmed Davudoğlu, Türkiye Cumhuriyeti, Vekiller Hey’eti Reisi, Başvekil’dir. Artık, Konya özbeöz Konyalı olan ve Konya Milletvekili olan, bir Başbakan çıkarmıştır.