Doğaya her seferinde tekrar tekrar aşık olmak…
Ölene kadar devam edecek bir serüvene bulaşmaktan ne kadar da keyif almaktayım.
Ekip hazır. Batonlarımız, çantalarımız,  suyumuz hazır.
Yürüyüş başlasın. 
Gürcistan’la sınır bir köydeyiz. Dağlara çıkış noktamız burası. Ne güzel insanları var. Sıcak samimi, gizemli bakışları ile anlattıkları hepimizin yorumuna kalmış. Gürcü kadınlarının güzel yüzleri yöresel kıyafetleriyle podyumlarda ki mankenlerle aşık atar. Hindilerin garip seslerini ve onların meraklı bakışlı sahiplerini  arkamızda bırakarak yola düşüyoruz. İçinde tuz kayaları ve kömür madeni barındıran Arsiyan Yaylaları sıkı dur geliyoruz.
Yaşayan dev bir tablo bizde yılankavi hareketler yapan cüceler gibiyiz.
Hakkari’ye benzeyen dağ sinsilesi anlaşılıyor  ki aşağılarda Cilo’larla randevulaşıyor. Bitki örtüsü belli bir rakımdan sonra benzer özellikler içinde. Şans bu ki, ekibimizde coğrafya hocamız bile var. Sorularımız cevapsız kalmıyor. Şükür olsun ki doktorumuz hemşiremiz de olmazsa olmazlarımızdan! 
4-5 saatlik bir yürüyüşün ardından göller bölgesinde mola verdik. Göllerin hepsi birbirinden albenili. Güneş tepemizde bizimle alay ederken çaktırmadan yanan tenimizle, akşam farkına varacağımız amele yanığı biçimine giriyoruz.
Boğa gölünde mola verdik. Boğalar karşıda otlanıyor. Aralarında bir bodyguard var ki… Hönküre hönküre yırtındı. Yetmiyormuş gibi ayağıyla altında duran toprağı kanırta kanırta bir hal oldu. 
Hönkürme dilini bildiğimi bilmiyordum.
“Defolun gidin Allahsızlar, Allah belanızı versin sizin de tüm insanların da. Doğa düşmanı şerefsizler…”
…..
Car car car , hiç bir lafın altında kalmayan ben, şu kadın…
Sustum. Az ilerde duran plastik su şişeleri, naylon poşetlerini görünce… Boğaya cevap veremedim.
Haklısın boğa kardeş bunlar buraya nasıl geldi. dedim. Hönkür hönkürebildiğin kadar hatta izin ver yanına geleyim toprağı birlikte kanırtalım. Hatta İstanbul’a götüreyim seni o inşaatları yapanlara da, yok Ankara’ya …
Hay Allah… ne kadar da doluyum.
Tabii diğer arkadaşlarım boğa dilini bilmedikleri için, rehberimiz Cihat Küçükaltun’un yol boyunca nasıl taşıdığını bilmediğim çay ve kurabiyelerini yiyordu., Botlar içinde şişmiş ayaklarını toprakla temas ettirirken derin sohbetler içindeydiler. Ben de olası boğa saldırısından gözümü hiç karşı kıyıdan ayırmadım. Azgın Boğa dedikleri kadar varmış vallaa… 
Üşenmeyen arkadaşlar göle girdiler. Ben ayıların yüzdüğü gölleri tercih ettim.
Dönüş yolunda aldığım oksijen ve enerjiden olsa gerek turbo motor takmış gibi hızlandım. Km. sıfırlanmış. Yakın takip ceylan gibi sekmeye başladım. Dağda kaybolan Bambi gibi o su atla bu  su atla, derken çekirge bir sıçradım meğer bastığım taş yosun tutmuş, cılappp diye toprağı öptüm. Belden aşağı suda vaziyet… lanet olsun şu çocuk ruhuma… Diz kapağım parçalandı gözümden akan yaşlar, tüm dünyanın sıkıntılarını buzdağının üstüne çıkarttı, boğaya çok özenmişim hönkürdüm resmen. Bu dikkatsizliğim ertesi günkü dağ faaliyetimize engel oldu. Göze Dağı’na (3167 m.) çıkamadım. Sivri tepesiyle çok da albeniliydi. Aramıza yeni katılan Ahmet kardeşin ilk dağ performansı ise dillere destan oldu.
*Göze Dağı coğrafi konumu 41° 23′ 26″ Kuzey ile 42° 31′ 15″ Doğu gps koordinatlarıdır. (Bu bilgiyi de gıcıklığına, sevgili dağdaşım Çetin  için verdim. )
Çıkmayanlar takımı Balık Gölü’ne gittik. Empresyonizmin öncüsü Monet’ nin tablosundan fırlamış bir göl ve rengarenk dokulu çiçeklerle nefes kesen başka bir güzellik. 
Allahım sana geliyorum…
Kıyısında TRT de belgesel yapan Serdar Kılıç ve ekibiyle karşılaştık. Onlarda o bölgede program yapmışlar. Sohbet ettik. Kamp yerimizden sonra yine tırmanmaya başladık. Yine ayıların enerjileri üzerimizde kaybola kaybola Şirata Gölü’nü bulduk. Haluk Hoca’mız olmasaydı belki bu satırları hala yazamayacaktım. Göl anlatılmaz yaşanır. Hemen soyunup atladım. Gölle bütünleşmek işte budur. Soğuk ama enfes bir duyguydu. Sabahları erken saatlerde ayılar bu göle gelirmiş. He Hee empati yapıp ayılar gibi yüzdüm. Şapata şapata…
Akşam çadırlarımıza döndüğümüzde yöresel çiğ börekleri yeme şansımız oldu. Şaman büyücüsü dediğim Selda arkadaşımın yaptığı çiğ börekler belki de yediklerimin en güzeliydi. 
Yorgun ve arkayik gülümsemedeydik.
Devamı gelecek…

Notlar; Şavşat ‘ın ormanlarını gece terkedin yoksa ayı yogilerle tanışabilirsiniz.
Dünyanın en iyi mantarlarından “Boletus Edulis-Steinpilz’’ ve ‘’Cantharellus Cibarius-Pfifferling’’ burada bulabileceğiniz mantarlar… Boletus’a buralarda ‘’Ayı Mantarı’’ denmekte, Sinop tarafında ‘’Fesleyen Mantarı’’ bazı yerlerde ‘’Göbekli’’ de deniyor. Zira sapı oldukça dolgun ve beyaz etli. Şapka kısmı üzeri açıktan koyuya kestane- çikolata rengi ve  dünyanın en iyi 3-5 mantar cinsinden… Sinop çevresindeki halk pazarlarında et gibi pahalı satılıp,  alıcı bulduğu da söyleniyor. Yine de benden söylemesi; Tepdil-i mekan 
eylemek istemiyorsanız, ormanda ki her şapkalıyı bu mantar sanıp yemeyin.