Türkçe Sevdalısı Yrd. Doç. Dr. ŞÂKİR ALPARSLAN YASA ile Türkçemizin İncelikleri ve Husûsiyetleri Hakkında Konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Zaman-zaman imla kılavuzunda yapılan değişiklikler yazı kaidelerinde karışıklığa sebebiyet veriyor mu? Çâre nedir? Sizce imla kılavuzunda değişiklik yapmaya ihtiyaç var mı? Hangi hususlarda?
Yrd. Doç. Dr. Dr. Şâkir Alparslan Yasa: Dil Kurumu’nun imlâsında bizi en fazla rahatsız eden, uzatma işâretinin kullanılmamasıdır. Fonetik bir alfabe kullanıldığı için, bu hâl, kelimelerin telâffuzunu bozmakta ve Osmanlı/İstanbul Türkçesinin malı olmuş, ona güzellik ve çeşni katan bâzı sesciklerin (“phonèmes”) kaybolmasına müncer olmaktadır. “Kelimeler uzatma işâreti olmadan yazılsın, herkes bunların telâffuzunu konuşma dilinde öğrensin” gibi bir muhâkeme tarzı çok yanlıştır; çünki bu muhâkeme, fonetik değil, etimolojik alfabe için bahis mevzûu olabilir. Hâlbuki bizim Târihî Yazımız zâten etimolojik bir yazıydı ve gûyâ bu yüzden onun öğrenilmesi zor diye yerine fonetik Latin alfabesi ikame edilmişti. Böylece, bu mantıkla, bu mürâî esbâb-ı mûcibeyi de yıkmış oluyorlar. Mâdem ki siz her harf veyâ işâret bir sesciğe karşılık gelecektir mantığıyle bir alfabe teşkîl ettiniz, o hâlde sonuna kadar bu esâsa sâdık kalmalı ve  farklı bir sescik olan uzatmaları da bir işâretle belirtmelisiniz. Meselâ “alem” / “âlem”, “yar” / “yâr” farkı gibi… Kezâ “mêmur”u “memur”, “mes’ele”yi “mesele”, “Süleymâniye Câmii”ni “Süleymaniye Camisi”, “lûtfen”i “lütfen”, “Yâkub”u “Yakup”, “İzzeddîn”i “İzzzettin”, “dolayısıyle”yi “dolayısıyla”, “san’atimiz”i “sanatımız”, “anlıyan”ı “anlayan”, “gelmiyecek”i “gelmeyecek” (krş. “gelmiyor” / “gelmeyor”), ilh… yazmamalısınız!  

Çetinoğlu: Siz bu şekilde yazıyorsunuz. Bu tarz kime aittir?
Dr. Yasa: Biz imlâ bahsinde de, dil anlayışımızda da, esâsîtibâriyle, Nihâd Sâmi Banarlı merhûmun tâkîbcisiyiz. 

Çetinoğlu: Devrik cümle konusundaki görüşlerinizi lütfeder misiniz?
Dr. Yasa: Türkçenin tamlama ve cümle kuruluşunun üssülesâsı şudur: Tâlî unsur esâs unsura tekaddüm eder. (Alfred Mörer’inGrammaire de la langueturque kitabındaki -1967, s. 194- ifâdesine nazaran: L’accessoiredoittoujoursprécéder le principal.) Bu küllî kaideye muvâfık olarak, cümlede unsurların sıralanışı da: Fâil + Mef’ûl (Tamlıyan) + Fiil şeklindedir. Fransız dil sistemindeki mantık bunun tersidir: Hem “le principalavantl’accessoire”, hem de “Sujet + Verbe + Complément”. Meselâ Türk: Eşyâmı halının üstündeki bavula yerleştireceğim; Fransız: Je vaisplacermesaffaires dans la valisequi se trouve sur le tapis, der. Her biri dîğerlerinden müstakil kapalı sistem olan dillerin hep bu sûretle kendilerine mahsûs birer mantığı vardır. Bu, onlardan birini dîğerinden üstün kılmaz.
Hâlbuki tam bir aşağılık kompleksi veyâ şahsıyetsiz bir mukallit zihniyetiyle hareket eden bizim “Yoztürkçecilerimiz”, Türkçenin cümle mantığının Fransızca ve dîğer Avrupa lisânları gibi olmamasını Türkçe için bir nakîse addederek Türkçeyi de Fransızcaya (veyâ Frenkçeye) benzetmeye çalışmışlar ve bu tavır “Öztürkçe” harekâtını idâre eden makam tarafından da tasvîb görmüştür. Meselâ (“Öztürkçe” dalâletininmûcidi olan) Fuad Köserâif, Mehmet Şeref Aykut, Vedad Örs, Nurullah Ataç gibi şahsıyetler harâretle bu fikri müdâfaa etmişlerdir. Bunlardan Vedad Örs (ve kardeşi Sedad Örs), hattâ Türkçede Fransızcadaki qui, que gibi nisbet zamirlerine muâdil ki o = ko, ki onu = konu gibi zamirler ihdâs edilmesini teklîf etmiştir. Örs’e göre, meselâ yukarıdaki örnek cümle şu şekilde olmalıydı: Yerleştireceğim eşyâmı bavula ko bulunuyor üstünde halının (veyâ halının üstünde). Örs, bu kadarını -şimdilik- kabûl ettiremiyeceğini anlayınca, bu sefer, asgarî program olarak, hiç olmazsa, meselâ: Bu sabah Bolu’ya gidiyorum yerine, Gidiyorum Bolu’ya bu sabah tarzında cümleler kurulmasını teklîf etmiş ve bu şekil günümüzde yazı dilinde de alabildiğine yaygınlaşmış, bâzı gûyâ muharrirler bir makale veyâ bir kitabı baştan sona devrik cümleyle yazmayı bir mârifet olarak gösterme noktasına gelmişlerdir. 
Biz Türkçe üzerindeki tefekkürümüzde şöyle bir tesbîtte bulunduk: Çarçabuk, düşünmeden konuştuğumuz zaman, merâmımızda en mühim husûs ne ise evvelâ onu söylüyor, sonra, tam olarak kasdettiğimiz mânâyı ifâde etmek için, onu derme-çatma bir şekilde ilâve kelimelerle tamâmlıyoruz. Meselâ: (Hani Akçağ’dan aldığımız şu kitap nerede? diyeceğimize) Nerede şu kitap hani Akçağ’dan aldığımız? diyoruz. Çünki aklımızdaki ilk mühim düşünce nerede, sonra kitap oluyor ve hangi kitabın bahis mevzûu olduğunu tam olarak anlatabilmek için de arkasından, derme-çatma bir sûrette, dîğer bilgileri sıralıyoruz.
Dikkat edilirse, Türkçede bu konuşma tarzı, bir heyecân, bir telâş hâlinin tezâhürüdür. İşte muntazam, mantıklı cümle kuruluşuyla konuşma ise, hissiyâtımızı ikinci plana geçirip sükûnetle, soğukkanlılıkla, akl-ı selîmle, mantıklı muhâkemeyle cümlemizi tasarladığımız vakitki tarzdır. Binâenaleyh, Türkçenin nahvi,  cümle dizilişi, akl-ı selîmi, mantığı, sükûneti öne çıkaran, bu hâli elzem kılan bir yapıdadır. Şimdi kim bunun bir dezavantaj, bir nakîse olduğunu iddiâ edebilir?
Dîğer taraftan, şiirlerin (hattâ umûmî diyebileceğimiz) yapısında müşâhede ettiğimiz devrik cümle ise, bizde, hissiyâtın ağır bastığı cümledir ve bu gibi hâllerde, yazı dilinde de, bu şekle mürâcaat ediyoruz. Meselâ: Otlar yeşermiş, çiçekler açmış, koyunlar çayıra yayılmış, kuşlar ötüşüyor cümlesi, âfâkî (objectif) üslûbun ifâdesidir. Yeşermiş otlar / Açmış çiçekler / Yayılmış çayıra koyunlar / Ötüşüyor kuşlar ise şiir dilidir, enfüsî (subjectif) üslûptur. 

Çetinoğlu: Emir cümleleri de devrik olabiliyor…
Dr. Yasa: Beceriksiz! Ver şu keseri de, göstereyim sana ağaç nasıl oyulurmuş! söyleyişi ile Beceriksiz! Şu keseri ver de ağaç nasıl oyulurmuş sana göstereyim! söyleyişi arasında edâ farkı vardır; birincisi daha hissî bir cümledir. Onun içindir ki emir sîgasıyla kurduğumuz cümleleri çok kere devrik cümle kalıbına uydururuz. 
İşte dilimizin bu inceliklerini kaale almayıp sırf bir özenti olarak, yazı dilinde de, en âfâkî bir üslûpla kaleme alınması lâzım gelen bir metinde dahi, devrik cümle kullanmak, tam mânâsıyle bir dalâlettir!Çetinoğlu: Türkçe ilim dili olamaz’ Diyenler var. Târihî Türkçemizi mi, günümüz Türkçesini mi kast ediyorlar yoksa yaptıkları tahribat neticesinde Türkçemizin yakın bir gelecekteki durumunu mu?
Dr. Yasa: Mürâice “Öztürkçe” tâbir ettikleri sun’î, mantıksız, köksüz, istikrârsız, zevksiz, darkafalı dille ilim de, edebiyat da olmaz. Olmadığı bilfiil görülüyor. Nitekim ilimle uğraşanlar ilmî araştırma ve tefekkürlerinde bir Avrupa dilini kullanma ihtiyâcı hissediyorlar. “Yoztürkçe”yle pekâlâ edebiyat, san’at yaptıklarını iddiâ edenler de ancak kendilerini kandırıyorlar!
Târihî Türkçe ise, 19. asırda kendini yeniliyerek, büyük bir tekâmül kaydederek, 20. asra, Avrupa’nın Fransızca gibi büyük bir kültür diliyle yarışabilecek bir seviyede girmişti. Bu hakîkatin isbâtı, tercümelerdir. 20. asrın başında, Türkçeye Fransızcadan lüzûmlu bütün mefhûmları ifâde ederek ilmî, felsefî ve teknik tercümeler yapılabildiği gibi, aynı ayarda denilebilecek edebî tercümeler de yapılabiliyordu. Biz, çalışmalarımızla, bu müddeâyıkâfî derecede isbât ettiğimiz kanâatindeyiz.
Dîğer taraftan, Târihî Türkçe, tekâmülüne devâm etme ve yeni mefhûmlara yeni mukabiller bulma husûsunda da sınırsız kabiliyet ve imkânlara sâhiptir. Binânelayeh, Târihî Türkçenin ilim, felsefe, teknik, edebiyat, v.s. dili olmak bakımından sıkıntısı yoktur. Târihî Türkçe hakkında aksine dâir iddiâlar ya cehâlet, ya da sû-i niyet mahsûlüdür.

Çetinoğlu: Türk milleti olarak, târihî Türkçeyi ihyâ ve onu tekrâr resmî dil kılma irâdesini göstermemiz gerektiğini ’ belirtiyorsunuz. Sizi bu düşünceye sevk eden sebepler nelerdir?
Dr. Yasa: Bu fikir ve tavrın başlıca sebebi şudur ki Târihî Türkçe, Türk milliyetinin (Müslümanlıkla berâber) başlıca iki unsurundan biridir. Cebren ve hîleyle o dilden uzaklaştırılmakla aslî şahsıyetimizden de uzaklaştırılmış olduk. Binâenalyeh Türk milleti, kendisine revâ görülen topyekûn kültür jenosidi siyâsetinin fâilleriyle hesaplaşmadıkça ve başta dîn ve dil olmak üzere Millî Kültürünün bütün unsurlarına dört elle sarılmadıkça aslâ hakîkî şahsıyetini bulamıyacak ve bir takım hâin kuvvetlerin elinde savrulup durmaya devâm edecek, belki nihâyetinde de tamâmen yok olacaktır. Bizim Târihî Türkçeyi ihyâ ve onu tekrâr resmî dil kılma irâdesini göstermemiz demek, hür bir millet olarak varlığımızı idâme ettirme irâdesini göstermemiz demektir. Bu mes’ele, kanâatimce bu kadar hayâtîdir. 

Çetinoğlu: Bu röportaj çerçevesinde dilimizle ilgili son sözleriniz nelerdir?
Dr. Yasa: Dilimizle alâkalı olarak son sözlerimiz şunlar olacak:
Resmî Temessülİdeolojisinin (RESTİ’nin) resmî dil sıfatıyle Türkçe üzerindeki tahrîbatının şu beş cihetten olduğunu müşâhede etmekteyiz:
1) Kelime yapısı. En vahîm tahrîbat, bu cihetledir. Zîrâ, bu sûretle âdeta dilin irsiyeti (Fransızcasıyle genetiği –génétique-) bozulmuştur. Bu cihetten tahrîbatın başlıca dört vechesi şunlardır: 
a) Kaidesizlik (Türkçenin değil, Fransızcanın umûmî teşkîl kaidesine göre kelime türetme);
b) –Al, -sAl, -mAn, -v, -gen gibi Fransızcadan devşirme eklerle kelime teşkîli;
c) Ön ek ihdâsıyle kelime türetme;
ç) Husûsen mürekkep kelimelerde Fransızca söyleyişe uygun teşkîller.
2) Kelime hazînesi.
3) Telâffuz âhenginin bozulup dilin kabalaşması (ki bunun sebebi de, Ses Uyumu kaidelerinin umûmîleştirilmesi ve zevksiz Uydurmalar teşkîlidir).
4) Cümle yapısının Frenkleştirilmesi.
5) Konuşma tarzında da yer yer Fransızca söyleyişin taklîd edilmesi.
Hâlbuki RESTİ’nin bu tahrîbâtı, resmî dil sıfatıyle Türkçe üzerindedir. Yâni Târîhî Türkçe üzerinde barbarca bir ameliyat yapılarak ortaya onların “Öztürkçe”, bizim “Yoztürkçe” dediğimiz uydurma, sun’î bir dil çıkarılmış, bu dil, kendisine resmî statü kazandırılarak alabildiğine yaygınlaştırılmış, netîcede, tam da Moiz Kohen / Mûnis Tekinalp’in tahmîn ve temennî ettiği gibi,  yeni nesiller, “yedi sekiz asır kullanılan Osmanlı diline tamâmen yabancı” hâle gelmiştir. 

Çetinoğlu: Târihî Türkçemizi ihya etmek mümkün mü?
Dr. Yasa: Milyonlarca sayfada mevcûdiyetini devâm ettiren Târîhî Türkçemiz, her ân hayâta dönmeye hazır vazıyette himmetimizi beklemektedir ve bunun için yapılacak tek şey, ferd ferd her birimizin, bütün yazılarımızda ve konuşmalarımızda onu kullanmamızdan ibârettir. Tabiî, onu kullanmak demek, hiçbir uydurma kelime kullanmamak, ayrıca -umûmî nesir dilinde- devrik cümleye ve Frenkçeye benzer ifâde şekillerine îtibâr etmemek demektir. Her birimiz karârlı bir tavırla, dâimâ (resmî mecbûriyetler müstesnâ) kendi dilimizi hakkıyle kullanmaya özendiğimiz takdîrde, bir müddet sonra, kaçınılmaz olarak, Târihî Türkçemiz tekrâr resmî dil statüsü kazanacaktır. 

Çetinoğlu: Dilimizin kelime hazinesi hakkında neler söylemek istersiniz?
Dr. Yasa: Dilimizin kelime hazînesi hakkında olması lâzım gelen umûmî tavrı da şu üç esâsla hülâsa edebiliriz:
1)Târihî Türkçenin bâhusûs 19. asrın ikinci yarısı ile 20. asırda hudûdları tebârüz etmiş kelime hazînesine olduğu gibi sâhip çıkmak, menşêi ne olursa olsun o hazîneye âid her bir kelimeyi birer ecdâd yâdigârı kabûl ederek sevgiyle yaşatmak;
2) Târihî Türkçenin, sâdece, yaygın olarak kullanılmadığı gibi, ya Türkçenin yapısına uymıyan (meselâ Farsça izâfet kaidesine göre teşkîl edilmiş ve kalıplaşmamış tamlamalar), veya alâkalı mefhûmun tatmînkâr bir karşılığı olmıyan ıstılâhlarınııslâh etmek (tâdîl veyâ türetme yollarıyle);
3) Yeni mefhûmlar için tamâmen İstanbul Türkçesinin türetme kaidelerine ve zevkıne uygun yeni kelimeler teşkîl etmek.
Netîce olarak istikbâlimiz kendi elimizdedir ve -İslâm’ın bir cüz’ünden ibâret olan hakîkî- Türklüğün yaşamasını istiyorsak, bunun için lüzûmlu irâdeyi ortaya koymakla mükellefiz! 

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim Alparslan Bey.
fonetik: Sesle alakalı, konuşulan dili meydana getiren seslerin incelenmesi; ses bilgisi. Fonetik Alfâbe: Bir dilde mevcûd bütün sescikleri farklı işâretlerle gösteren alfabe.
etimolojik: Bir dildeki kelimelerin köklerini, hangi lehçeye ve dile ait olduğunu, ne zaman ortaya çıktıklarını, ses ve mânâ bakımından geçirdikleri değişiklikleri inceleyen dil ilmi ile ilgili. ‘İştikak ilmi ’ veya ‘köken bilimi ’  olarak da anılır.  Etimolojik alfabe: Kelimelerin telâffuzundan ziyâde târihî köklerini işâret etmeye ehemmiyet veren alfabe. Bu alfabenin en büyük avantajı, kelimenin imlâsından mânâsının ve köklerinin kolaylıkla anlaşılabilmesidir.
üssülesâs: En mühim esâs
nakîse: Noksanlık, eksiklik, kusur
sîga:Kip, kalıp, şekil, biçim
dalâlet: Doğru yoldan ayrılma, yoldan çıkma, sapkınlık
mürâi: İki yüzlü, dönek, riyâkâr, samîmiyetsiz
müddeâ: Tez (fr. “thèse”)
temessül: Biçimlendirme, bir kimseye veya nesneye benzeme; onun biçimini alma; ona uyma; Fr. “assimilation”
veche: Yüz, yön, taraf, istikamet, varılmak istenen nokta
izâfet: Tamlama
ıstılâh: Bir ilim veya san’at dalına has kelime, Fr. terme (terim)