Öncelikle “Türk Dünyası” veya “Dış Türkler”i “Türkiyeliler Dünyası” veya “Dış Türkiyeliler” şeklinde kullanmamızın mümkün olmadığını belirtelim. Çünkü Türkiye dışında geniş coğrafyalara yayılmış Türk halkları Türkiyeli değildir. Doğu Türkistan’dan Balkanlara uzanan ülkelerde birçok yurtlar edinmiş, bugün siyaseten de ayrı ayrı devletler halinde yaşayan Türk kökenli insanlar vardır. Bu insanların önemli bir kısmı ise diğer devletlerin egemenliği altındadır. Bu gerçeğin bir gereği olarak örgütlenme hareketleri zaman zaman sıcaklık kazanmıştır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki yıllarda. Bugün ise konu mesela Türk dış politikası gündem maddeleri içinde belki son sıralarda kendine yer bulabilir. Bununla beraber Başbakanlık bünyesindeki “Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı” bulunmaktadır.  Öte yandan Türkiye’nin öncülüğünde kurulmuş olan “Türk Dili Konuşan Ülkeler Konseyi” veya “Türk Konseyi” sekreteryası Türkiye’dedir. Bunun yanında Uluslararası Türk Kültür Teşkilatı, TÜRKSOY da yine Türkiye’nin öncülüğünde kurulmuş bir örgüttür. Bu kapsamda resmi, yarı resmi veya sivil toplum kuruluşu halinde birçok kuruluşlar sayılabilir. Bunların kuruluş sebebi siyaset, sanat, kültür, eğitim ve benzeri alanlarda olabilmektedir. Ancak hepsinin temelinde dil gerçeği, daha doğrusu “ortak dil” meselesi bulunmaktadır.

Bu bağlamda dünyada İngilizce konuşan coğrafyaya göz atalım. Öncelikle İngiltere, ABD, Kanada, Güney Afrika, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeler akla geldiği halde bir İngiliz Milletler Topluluğu bulunmaktadır. İngiliz Milletler Topluluğu’nu oluşturan ülkeler arasında ne soybirliği, ne din veya mezhep birliği, ne renk veya ırk birliği, ne de kültür birliği bulunmaktadır. Dünyanın her tarafından bir dönem İngiliz sömürgesi olmaktan başka bir özelliği olmayan devletler bugün İngiliz Kraliçesi’nin riyasetinde prestijli bir birlik oluşturmaktadır. Uluslararası politikada bu birliğin somut sonucu pek görülmediği halde bu yumuşak, “soft” birliğin aslında önemli etkinliği bulunmaktadır. Temelde ise ortak veya ortaklaştırılmış bir dil, İngilizce bulunmaktadır.

İngilizcenin dünya dili olması bu milletler için büyük avantaj sağlamaktadır. Bir ABD’li veya İngiliz eğitim aşamalarını bu dünya diliyle yapmaktadır. Başta Hindistan, Pakistan olmak üzere Asya ve Afrika’da birçok İngiliz Milletler Topluluğu mensubu halkın anadili bölgesel bir dil olduğu halde eğitim kademeleri İngilizcedir. Bu aşamada İngiliz veya Amerikan etkisi, kültürü her fırsatta görülmektedir. Ders kitaplarından medya ve sinema konularına kadar birçok alanda Anglo-Amerikan ürünler bu ülkelerin eğitim sistemiyle özdeşleşmiştir. Daha ilkokuldan itibaren temel eğitim dilinin dünyanın her tarafında konuşuluyor olması, bilim ve araştırmada diğerlerine göre bir adım önde başlamak demektir. Bu dünya dilinin asıl sahibi durumundakiler ise her fırsatta kendi kültürünü, felsefesini, modasını, politikasını enjekte etme imkânına sahiptir. Bunun bir adım sonra ise tüketim ürünlerini pazarlayabilme, hammaddeye daha kolayca ulaşabilmedir. Böylece yeni sömürgeciliğin temelinde öncelikle dil unsuru bulunmaktadır.

Konuya Türk dünyası açısından baktığımızda bir asır önce aynı dili konuşan bu devasa coğrafyanın halkının bugün birbiriyle konuşup anlaşması oldukça zor hale gelmiştir. 1882’de Buharalı Şeyh Süleyman Efendi Sultan II. Abdülhamid’e sunduğu raporunda Balkanlardan Çin’e aynı dilin konuşulduğunu belirtmiştir. Osmanlı yönetimi kültürel asimilasyon politikası uygulamadığı halde sözkonusu coğrafyada gayr-i Türk unsurlar da önemli oranda Türkçeyi öğrenmişlerdi. Rusya, Kafkasya ve Türkistan Türkleri ile de arasında çok fazla fark bulunmamakta idi. 

Daha Çarlık Rusyası döneminde başlayan “Türk unsurların dillerini birbirinden uzaklaştırma politikası”nda başarı sağlanmıştı. Sovyetler Birliği yıllarında ise bu proje daha yaygın bir şekilde uygulanmıştır. Türk kökenli halklar aralarında ancak Rusça konuşarak anlaşabilir hale gelmişlerdir. Sovyetler sonrası Türkiye’nin öncülüğünde toplanan “Türkçe Konuşan Ülkeler” zirvelerinde kullanılan dil, yakın zamana kadar Rusça olmuştur. 

Bunun yanında Türkiye Türkçesi en fazla değişime uğrayan dil durumundadır. Yarım asır önceki edebiyat veya siyaset dili mesela Azerbaycan Türkçesine daha yakındır. Öte yandan “mektep medrese görmemiş” aile büyüklerimizin kullandığı kelimeleri Türkiye dışındaki Türklerin dilinde daha çok görürsünüz. Eğitim sistemimizde gizli bir ele sanki Türk dünyası ile kelime bağlarını parçalama görevi verilmiş ve bunda başarı sağlanmıştır. Bu süreçte dilin sanatsal açıdan geliştiğini, daha büyük eserler ortaya çıktığını kimse iddia edemez.

Türk dünyası ile ticari ve siyasi ilişkiler yanında mesela öğrenci değişim programlarının yaygınlaştırılarak sürdürülmesi son derece zaruridir. Ancak bütün bu gerçekler ışığında geçen bir asırlık tahribatı tamir etmek için bir yerlerden başlamak gerekmektedir. Bu başlangıç ise ortak alfabedir. Konu eninde boyuna gündeme gelmiş, tartışılmış ve maalesef rafa kaldırılmıştır. Aslında Türkiye Türkçesinde de bulunan birçok sesin karşılığı alfabede bulunmadığı halde bunları diğer Türk dillerinde görmekteyiz. Türkiye’nin oluruyla alfabedeki harf sayısı artacak, bu alfabe bütün Türkler için ortak olacaktır. Konuyu daha fazla sürüncemede bırakmadan Türkiye’nin bu alfabeyi kabul etmesi, harf sayısının artmasında ise yumuşak bir geçiş dönemi uygulamasına ihtiyaç vardır. Adım adım 250 milyon kişi ile aynı dili konuşup, okuyup yazmak sadece özgüven açısından dahi büyük bir servettir. Bunun sanat ve kültürde olduğu gibi ekonomi ve siyasetteki yansımaları zannedilenin üzerindedir.