Şah Fırat Operasyonu, basit bir “nakli kubur” uygulaması değil, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin Hatay’ın anavatana katılması, Kıbrıs Barış Harekatı gibi en önemli sayfalarından biridir. Önemlidir, ama hangi yönde önemli olduğuna tarih karar verecektir.

Operasyonla ilgili olarak, gazetecisinden, siyasetçisinden bilim adamlarına, emekli diplomatlardan emekli askerlere uzanan geniş bir yelpazede, “zafer”le “hezimet” arasında gidip gelen çeşitli değerlendirmeler okuduk, izledik. Bizler, uygulanan algı operasyonlarıyla “Şah Fırat”a yoğunlaştığımızda, Meclis’ten geçirilen İç Güvenlik Paketi’nin ve ABD ile imzalanan Eğit-Donat Anlaşması’nın ayrıntılarını tartışmayı unutuverdik.

Bunca yazılan çizilene rağmen, Şah Fırat Operasyonu’nun ardındaki gerçekleri ortaya koyan bir değerlendirmenin yapılamamış olması düşündürücüdür, üzücüdür, kahredicidir. Görüşlerine saygı duyduğumuz bir emekli komutan, Şah Fırat’ı değerlendirirken, “Bu askeri operasyon bir vatan toprağının terk edilmesi değildir. Korkaklık değildir. Türkiye’yi daha büyük bir beladan kurtarma operasyonudur. (…) Türkiye’yi  provoke edebilecek bir eylemin her an yapılabilecek bir hale gelmesi bu tahliyeyi zorunlu kılmıştır.Eğer bu tahliye yapılmamış olsaydı, Türkiye’nin bilfiil Suriye savaşının içine çekilmesi mümkün olabilecekti ” diyor. Sormak isteriz; Sayın komutanım, operasyonun hemen öncesinde ABD ile imzalanan Eğit-Donat Anlaşması’nın Türkiye’yi Irak ve Suriye’deki çatışmaların içine çekmeyeceğinden emin misiniz?

Biz, dünkü yazımızda da belirttiğimiz gibi, Şah Fırat Operasyonu’nun Eğit-Donat Anlaşması’yla ilişkili olabileceği ve bu anlaşmanın Türkiye’yi Suriye bataklığına çekebileceği konusunda kaygılıyız. Bugüne kadar karşı çıktığımız, Irak’ın ve Suriye’nin kuzey parsellerinin birleşmesiyle Akdeniz’e uzanacak “Kürt Koridoru”nun oluşturulmasına dolaylı yoldan katkıda bulunmak durumunda kalabiliriz. (Hemen belirtelim, karşı olduğumuz Kürt kardeşlerimiz değil, ABD’nin, kardeşleri birbirine kırdırmayı hedefleyen Kürt politikasıdır.)

EĞİT-DONAT ANLAŞMASI NELER İÇERİYOR?


Ortadoğu haritasının BOP bağlamında yeniden şekillendirildiği bir dönemde, bölgemizde yaşanan her tür gelişmeyi çeşitli açılardan değerlendirmek zorundayız. Şah Fırat Operasyonu bağlamında gündeme gelen İktidarın izlediği Suriye politikası ile alınan siyasi bir kararla yapılan askeri operasyonun birbirinden ayrılması gerekir” değerlendirmesi doğru olabilir. Fakat, Şah Fırat Operasyonu’yla bağlantılı olduğu savunulan Eğit- Donat Anlaşması’yla  ABD’nin, Suudi Arabistan, Katar ve Batılı ortaklarıyla birlikte IŞİD’in vurulmasını merkeze alan Suriye politikasını birlikte değerlendiğimizde, karşımıza çok duyarlı, çok dikkatli olmamız gereken bir tablo çıkıyor.

Değerli dostumuz Prof. Dr. Alaeddin Yalçınkaya “Ortadoğu Türkiyesi’nde Yeni Sahife” başlıklı yazısında “Eğit-Donat Projesi’nde yer alan hususların Türkiye-Suriye ve Türkiye-Irak ilişkleri açısından anlamını” irdelerken “Öncelikle bu mutabakatın yürürlüğe girmesiyle Türkiye’nin Irak ve Suriye’deki savaşa resmen taraf olduğunu (ABD ile birlikte) belirtelim” diyor. Çok dikkate almamız gereken bir uyarı değil mi bu?
Yalçınkaya Hocamın, ”… asıl üzerinde tartışılması, gündemi işgal etmesi gereken şeyler konusunda korkunç bir suskunluk var” yakınmasıyla dikkat çektiği konu Eğit-Donat Projesi’nin uygulanmasında karşımıza çıkabilecek sorunlardır. Şöyle diyor Yalçınkaya Hocam: 

“…Ancak bu mutabakatla birlikte eğitilip donatılacak muhaliflerin gerektiğinde Esad’a karşı savaşacakları konusunda Türkiye’nin ısrarı ABD tarafından kabul edildi. Başlangıçta ABD bunların sadece IŞİD’e karşı kullanılmasını istiyordu, bu aşıldı. Türkiye’de eğitilip ABD tarafından donatılacak olan bu birlikler IŞİD ve Esad’a karşı savaşırken, aslında her iki ülkenin de bu karmaşık savaşlara bizzat girdiğinin gözden kaçmaması gerek.
 ABD uçakları IŞİD mevzilerini bombalarken Türkiye tutarlı bir politika ile bu sürece destek vermedi. Zira yüzlerce kilometrelik sınır komşusu haline gelen bu terörist örgütlenme karşısında risk almaktan kaçındı. Öte yandan Türkiye içindeki örgüt hücreleri ve destekçilerinin muhtemel saldırılarını da dikkate aldı.
ABD, IŞİD coğrafyasından binlerce kilometre uzaktaki bir ülke. Bu bakımdan tuzu kuru. Fakat Türkiye’nin sınırdaşlığı yanında jeopolitik özellikleri bu bataklığa bulaşmamayı gerektirmekteydi. Mutabakat metninde yer alan bazı ayrıntılar da dikkate alındığında Ankara açısından oldukça karışık bir dönemin başladığı görülmektedir. Sözkonusu mutabakat henüz kesinlik kazanmamıştır. Bu aşamada endişelerimizi belirtmeliyiz.
ABD ordusunda dahi Türkiye’yi büyük savaşa sokmak için avuçlarını oğuşturan Rum komutanlar ile bu ülkede güçlü bir Ermeni lobisi var. IŞİD’e karşı savaş açmış olan Türkiye’ye her türlü terörist saldırı çok daha kolaylaşacak. Parayı bastırdıktan sonra her türlü silahı donanmış militan her yerden bulunur. Türbenin taşınmasından sonra ilk itiraz İran kanalından geldi. Halbuki bu bölge İran’ın desteklediği Esad’ın kontrolünden çıkmış, karşı olduğu IŞİD saldırılarına maruz kalmıştı. İran, niye hemen Türkiye’ye karşı cephe aldık ki? Şam yönetiminin arkasında Rusya ve birçok bölge ülkesinin de bulunduğunu hatırlatalım.
Mutabakata göre 20-30 civarında ABD’li özel kuvvetler personeli eğitim vermek üzere Türkiye’ye gelecek. PKK ve PYD bağlantısı olmayan ilk aşamada 400 muhalifi Kırşehir’de eğitecek. Bu süreci kim denetleyebilecek? Eğitilecek grupların PKK dışında Nusra veya IŞİD’a katılmacakları nasıl sağlanacak? Daha önce Türkiye’nin kucak açtığı, bir şekilde desteklediği gruplar arasından niceleri bu örgütlerin veya Esad’ın malı oldu. Halen bir kısmı Türkiye’de saatli bomba gibi dolaşmaktadırlar.
Mevcut mutabakatın üç yıl sürmesi planlanıyor. Fakat konunun uzmanları en az 10-12 yıllık çatışma döneminden bahsediyorlar. Her halükârda bu mutabakat Suriye ve Irak’ın fiilen bölünmüşlüğüne hukukilik kazandıran ilk belgelerden biri olduğu kabul edilebilir. Çünkü hedef, muhaliflerin IŞİD’e karşı topraklarını muhafaza etmesidir. Bunun anlamı her grubun kendi etkinlik bölgesinde devletleşmesidir. İsrail’in bölgede bölünmüş ve birbiriyle çatışan devletçikler beklentisi de böylece esaslı bir zemine oturmuş demektir.”

“KÜRT KORİDORU” HAYATA GEÇİRİLİRKEN..


Konuyla ilgili yazılarımızda hep vurguladığımız gibi, “stratejik konumu ve sahip olduğu yeraltı ve yerüstü zenginlikler nedeniyle, tarih boyunca emperyalist devletlerin hedefi olan Ortadoğu’yla ilgili denklemlerin tek doğrusu yoktur” derken işaret etmek istediğimiz, bölgemizin tarihsel, ekonomik, ruhani boyutu da olan jeopolitik özellikleridir. Ortadoğu’da çıkar çatışmasına tutuşmuş devletler, bölge halklarının olası tepkilerini önlemek adına, tencerede yavaş yavaş ısıttıkları tavşanı ürkütmemeğe özen gösterirler ve gerçek niyetlerini hep gizlerler. İkiz Kuleler şoku sonrasında Irak işgal edilirken dünya kamuoyuna açıklanan gerekçe, “Saddam’ın kimyasal silahlarını yok etmek ve Irak halkına özgürlük ve demokrasi götürmek”ti. Estirilen “Arap Baharı” rüzgarları da, Ortadoğu coğrafyasında demokrasi çiçekleri açtıracaktı.

Irak’ı işgal eden ABD’nin gerçek niyetinin ne olduğu kısa sürede ortaya çıktı; hedef, küresel liderliğini sürdürebilmek için, Ortadoğu petrollerine ve dağıtım yollarını kontrol altına almak ve Rusya ile Türkiye’yi safdışı bırakarak İsrail’i bölgenin en güvenli enerji terminali yapmak, Ortadoğu petrollerini “Kürt Koridoru” içinden Akdeniz’e akıtmak ve Akdeniz’i bir Batı Gölü’ne dönüştürmekti. ABD’nin küresel liderliğini sürdürebilmesi, doların saygınlığı dolayısıyla ABD ekonomisini ayakta tutabilmesi Kuzey Afrika ve Ortadoğu hidrokarbon yataklarını ve dağıtım yollarını kontrol edebilmesine bağlıydı. Bugün Ortadoğu’da, küresel aktörler arasında, enerji merkezli olarak yaşanmakta olan paylaşım savaşının özeti budur.

ABD’NİN, KÜRTLERİ YA DA TÜRKLERİ MUTLU ETME GİBİ BİR KAYGISI VE HEDEFİ YOK


ABD’nin bunca masraf ve bunca riski yüklenerek geldiği Ortadoğu’da Kürtleri ya da Türkleri mutlu etme gibi bir kaygısı yok. Onun için önemli olan, içinden Ortadoğu petrollerini akıtacağı Irak ve Suriye’nin kuzey parselleri  üzerinden Akdeniz’e uzanacak bir “Kürt Koridoru” oluşturmaktır. Eğit-Donat Projesi üzerinden biz de bu oluşuma dolaylı yoldan destek vermiş olmuyor muyuz?

Bir önemli kaygımız da “Barış Süreci” ile ilgilidir. Sınırımızın öte yakasında belirsizlikler sürerken, ülkemizde barış ve demokrasi arayışlarını nasıl mutlu sonla noktalayabileceğiz? Bahar aylarında Musul Kerkük ve Suriye’ye düzenlenecek harekat bağlamında, Kuzey Irak’ta peşmergelerin, Kobani’de PYD’nin ABD ve Batılı koalisyon tarafından IŞİD’E karşı desteklendiği, silahlandırıldığı bir dönemde, “Barış Süreci”nin ilk koşulu olarak  PKK’dan silah bırakmasını nasıl isteyeceğiz?

Türk tarihine bir vatan armağan etmiş olan Kutalmış Oğlu Süleyman Şah gibi uluların zaman içinde seyahat edebilme gibi bir üstünlükleri olmalı. Şah’ın verdiği mesajı doğru okuyalım; Devletin güvenliğini ilgilendiren konularda“nakli kubur”un zafer ya da hezimet olup olmadığı değildir. Önemli olan, gelişmelerin bir adım ötesini görebilmek ve hatadan biran önce dönme basiretini gösterebilmektir.