Sevgili okurlarım lütfen ama lütfen çok dikkatli okuyunuz; zira anlatacaklarım kendi içinde başka meseleleri de anlatacaktır… Ki, zaten bütün yazılarımın krokisi bu yöndedir ancak bu biraz mizahi… Ama her zamanki gibi, yine keskin, yine gerçek! Kabul etseniz de, etmeseniz de!
Evet, saçlarımın uzunluğu bir metreyi geçik; bundandır ki bakımı oldukça zor! “Ne Alaka” demeyin, bekleyin bi canım. Eh ülke stresi, o stres, bu stres derken bütün bunlar saçların kökünü avuçlayıp yoluyor ve ciltte sivilce olarak patlıyor!  Ne yazık ki! Ben deseniz ülkenin anası babası; yok canım ülkemizin anası babası benim kadar tasa etmiyordur herhalde. Öyle ki; başımı koyduğum yastığım tokmak oluyor başıma, oturduğum sofram düğüm oluyor boğazıma; ki zaten yemek yapamıyorum ki yiyebileyim de… Hal böyle olunca strese bağlı hepte üçer tane peş peşe dizili sivilcelerim yine baş göstermez mi? Neden hep üç tane ve neden hep peş peşe dizili onu da anlamış değilim. Eskiler derki; “Kızım bunlar aylıktır, nazardan çıkar! Git bir hocaya üflet püflet!” Eskiler böyle derde; iyide canım ciğerim eskilerim, eski alimler var mı ki? “Em ebramü emren fe inna mübrimün” desin!”  Dolara endeksli mübareklerin nefesleri;  ağızlarını kocaman açıp, çeneleri yerinden çıkacakmış gibi “ YA Allll laah” diyerek bir iki esneyip, fel blöf yapıp, üfleyip püfleyip postalarlar seni verdiğin paraların enayiliğine. Eh hal böyle olunca, bizde kurtlar içinde kuzu kalmadık her hal de, cinliğimiz kurtarıyor neyse ki. Kendimiz okuyup üflüyoruz.
Haaaa şimdi gel gelelim uzun saçlarıma… Saçlarım ülke meselelerine bağlı tarlada besleniyor; kurudu, yetmedi döküldü, yetmedi nerdeyse bitti tükendi. Son günlerde ekrana bakınca kan, saçlarıma bakınca imdat çığlıkları! Ülke bu haldeyken doktora gitmeye vicdanım el vermedi tabi. Eh hal böyle olunca aldım ben beni, varıp gittim aktaraaaa… “Aktar kardeş, saçlarımın hali durumu bu!” Demez mi; “Stresten,” demez mi; “ Biraz stresten uzak durun…” Ben mi strese yaklaşıyorum ki, uzak durayım. İşte dışarıda ne var ne yok evlerimizin içindeki ekranlarda… Dışarıya çıksak; caddelerde sokaklarda… Hani evlerimizi ören duvar taşlarının arasına saklanıversek de nafile…  Dediğim gibi evlerimizde ekranlarımızın düğmesine basacak kadar yakınımızda. Uzaklaşmak ne mümkün! Demez mi; “ Siz yinede mümkün mertebe uzak durun…” Tövbe tövbe! Neyse bu ardıç katranından yapılmış bir sabun verdi; yoğun strese dayalı sivilce ve saç dökülmelerine karşı iyimiş; yani bir taşla iki kuş ha… İnşaAllah!
Sabunu aldım, aldım ben beni vardım evceğizimeee… Aman Allah’ım nasıl kötü kokuyor nasıl; tabi ülkemizde olup biten bu kötü kokuların yanında misk-i amber. Neyse! Sabunun kutusuna bakıyorum, can ciğerlerim; birde ne göreyim? Vallahide Billahi de; aynen şu satırlar…
“Haricen kullanım içindir, yiyecek değildir, lütfen çocuklarınızdan uzak tutunuz!”  Tamda ben; “Çayla mı iyi gider, ayranla mı diye düşünürken…” Tövbe tövbe; bu kadar geri zekalı bir toplumuyuz ki bu saçma uyarı yapılıyor?” diye öfkelerimin firarı takıldı ayaklarıma!!! Ancaaaak başımı penceremden dışarı uzatıp olup bitene bakınca bi duraksadım; sabunu baklava, acısını şerbet gibi yedirip içirenler yok mu, buna inanıp yiyip içenler yok mu? Sabunun köpüğüyle gözlerin içini yıkayıp, kör, pelteleriyle kulakları tıkayıp, sağır edenler yok mu? Bu millet algı operasyonlarına inanır; sabunu nasıl bildiklerine değil, sabunu ellerine verenin dediklerine inanır… Sabuncu; “ Bu yemektir” dese bu acı sabun yenir, çıkarı yok yenir arkadaş yenir; sonrada çığlık atılır, “ Bize kim bu sabunu yedirdi? diye… Demek ki neymiş? Demek ki, sabuncu toplumun analizini çok iyi yaptığı için bu uyarıyı yap mııış. Çok geç bir uyarı olsa da; toplumun artık siyasetin acı sabunuyla gözleri kör, pelteleriyle kulakları sağır. Sonuç; toplum artık klavye dilli ama kör ve sağır!  Tabi anlayana! Yani, kör ve sağır olmayana! Sevgilerimle