1994’deki yaşanan soykırımdan dolayı Ruanda Katolik Kilisesi özür diledi. Sözkonusu katliamda kilisenin beyanına göre en az 800.000 Tutsi katledilmiş, yüzbinlerce kadına tecavüz edilmiş, bu tecavüzler neticesi 20.000’den fazla bebek dünyaya gelmiştir. Kilise görevlileri soykırımı yönetme yanında kiliselere sığınan çaresiz Tutsileri de öldürdüklerini itiraf etmişlerdir. Ruanda Katolik Piskoposlar Konferansı’nda 20 Kasım’da alınan kararda belirtilen bu özür, bir yönüyle katliamın gerçek sorumlusu Belçika sömürge yönetimi ile Fransa, Almanya, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ile diğer sömürgeci güçleri temize çıkarma amacına yöneliktir. Katliamda rolü bulunan 22 Fransız komutan hakkında soruşturma açıldığı duyuruldu, ancak ceza konusunda bilgi yok. Öte yandan Fransızların kontrolünde katliamı organize eden önemli Hutu görevlilerinin de halen Fransa’da korunduğu bilinmektedir. Çünkü bunlar ortaya çıkıp bildiklerini anlatırsa Fransa zor durumda kalacaktır.
Bu girişten sonra daha dün denecek kadar yakın zamanda yaşanan fakat uydurma Ermeni soykırım iftiralarından bir türlü sıranın gelmediği bu faciayı özetleyelim. Ruanda, Konya vilayetimizin yarısı kadar yüzölçümü olan bir Orta Afrika devletidir. Sömürgeciler bölgeye gelinceye kadar refah içinde tarım ve hayvancılıkla geçinen bir halk bulunmaktaydı. Belçika yönetimi halkı kolay sömürmek için temel prensip “böl-yönet” imkânlarını yokladı. Bu küçücük ülkede aynı dili konuşan, aynı kültürü ve inançları paylaşan halkın hayvancılıkla geçinen, daha varlıklı fakat sayıca az olan kesime Tutsi, tarımla geçinen çoğunluğa Hutu dendiğini keşfetti. Bunlar arasında etnik veya ırkî bir fark yoktu. Fakat bu bölücülüğü köklü kılmak için uzakan okunabilecek farklı kimlik kartları verildi. Halk içinde Hutu ve Tutsi diye ciddi bir fark olmadığı halde daha boylu-poslu, narin vücutlu olanların Tutsi olduğuna karar verildi. Yerine göre zenginlik kıstası kullanıldı. En az on ineği olanın Tutsi kabul edilmesi kararlaştırıldı. Tutsilerin Nuh Nebi’nin oğlu Ham’ın neslinden geldikleri söylentisi yayılarak kilisede kutsandı. Kamu görevlileri onlardan seçildi. Tutsi olmayanlara yüksek eğitim yolu kapatıldı. Hastanelerde Tutsilerin tedavi imkânlarına Hutular sahip olamadı. Böylece çoğunluk Hutular arasında Tutsilere karşı derin bir kin, öfke ve intikam duygusu yerleştirildi.
1960’lara yaklaşınca bağımsızlık rüzgarı Afrika’yı sardı. Belçika, Hutuların yönetimi ele alacağını gördü. Ve bu defa desteğini Hutulara yöneltti. Tutsilerin haksız yere Hutulara üstünlük sağladığını, haklarını gaspettiğin derinden derine işledi ve yönetimi ele geçiren Hutuların Tutsilerden intikam alması için her türlü desteği verdi. Daha bağımsızlığın ilk yıllarında 20.000 Tutsi katledildi. Daha eğitimli ve varlıklı olan Tutsilerin önemli bir kısmı çevre ülkelere göç ettiler ve oralarda örgütlendiler. 1994’e gelince Fransa’nın açtığı kredi ile önemli miktarda Fransız silahı alındı. Hutu kökenli Ruanda devlet başkanının uçak kazasında ölmesinden Tutsiler sorumlu tutuldu ve katliam düğmesine basıldı. Üç ay içerisinde ülke nüfusunun onda biri civarındaki bir milyondan fazla Tutsi katledildi. Parası olanlar kendilerinin kurşunla ölmesini sağlayabildiler, olmayanlar kamalarla, bıçaklarla, işkencelerle öldürüldü. Bütün ülke insan ölüsü tarlası haline geldi. Aylarca köpekler insan ölüsü yediler. İnsan etinden başka birşey yemez hale gelen köpekler itlaf edildi. Halen ülkede köpek kalmamış. BM’in bölgedeki komutanı 2.500 askerle bu katliamı durdurabileceğini söylediği halde, Belçikalı görevlinin beyanına dayanarak mevcut asker sayısı azaltıldı. Daha sonra hepsi özür diledi. Ancak bu soykırım üç ay boyunca dünyanın gözü önünde yaşandı.
Sömürgeciler gelmeden önce ülkede pagan inancı bulunmaktaydı. Belçika ve Fransa sayesinde ülke nüfusunun önemli bir kısmı Katolik, kalanı ise Protestan ve Evangelik gibi kiliselere bağlandı. Sonradan Müslüman olanlar yüzde üç civarındadır. Bir Afrikalının ifadesiyle “beyazlar geldiğinde onların ellerinde incil, bizim tarlalarımız vardı. Gözlerimizi kapatmamızı söylediler. Gözümüzü açtığımızda tarlalarımız onlara geçmişti, bizim de elimizde incil vardı.” Belirtmek gerekir ki Afrika’daki kiliseler, merkezdeki sömürgeci politikaların aracı olmuşlardır. Ruanda Katolik kilisesinin bu son özrü de aslında sömürgecilerin soykırımcı yükünü azaltmaya yöneliktir. Çünkü soykırıma giden süreçte bütün yollar Belçika, Fransa ve diğer ülkeler tarafından oluşturulmuştur. Kilisedeki papazlar kendilerini tarihi intikam duygusunun icraatçısı olarak görmüşler ve ellerine tutuşturulan silahları kullanmışlardır.
Katliama maruz kalanların sayısını 800.000-2.000.000 arrasındadır. Bir fikir vermek için belirtelim ki bir asır önce düşmanla işbirliği yapıp Suriye’ye tehcir edilenlerin sayısı 600.000 civarındadır. Tehcir sonrası Ermeni patriğinin Churchill’e yazdığı mektuba göre iki bin Ermeni yollarda hayatını kaybetmiştir. Hastalık, çapul, baskın ve savaş şartlarında intikam hırsıyla bir şekilde saldırıya uğrayan Ermenilerin sayısı bu rakamın çok üzerinde olabilir. Ancak o dönemde Osmanlı topraklarında yaşayan toplam 1.300.000 civarındaki Ermeni’nin ne kadarının Türkiye’de kaldığı, ne kadarının Ermenistan’a, Fransa’ya, ABD’ye ve diğer ülkelere gittiklerine dair belgeler ortadadır. Soykırım veya birşekilde katliama uğradı denilen rakamların hiçbir tarihi veya hukuki temeli yoktur. Bu gerçekler ışığında Ruanda’da daha dün katledilen 1.000.000’un üstündeki rakamın anlamını bir kere daha düşünelim. Boğazı kesilerek öldürülen annelerin yanında ağlaşan çocukların fotoğrafları, batılı sitelerin dekor zenginliğidir.
Almanya’nın, Vatikan’ın, Fransa’nın, Avrupa Parlamentosu ile diğer ülkelerin neden ikide birde Ermeni soykırım yalanına sarıldıklarının bir nedeni de Ruanda soykırımını perdelemektir.
Aynı soykırımı, Arap Baharı’nın başından beri Libya’da, Suriye’de, Yemen’de, Irak’ta icra edilmektedir. Bizler sıcak evlerimizde otururken Halep’in kenar mahallelerinde yaşanan katliam Ruanda’dakinden pek farklı değil. Üstelik organizetörleri aynı üst akla bağlı!