Velhasıl, köylünün işi zor ve çok meşakkatliydi o zamanlar…Çünkü teknik imkanlar yoktu. Henüz köylere ulaşmamıştı. O yüzden bir köylüye ne yapıyorsunuz, geçiminizi ne ile sağlıyorsunuz? Diye sorulacak olursa, alınacak cevap: “Rencberiz! Zahmet ve sıkıntıyla yani çiftçilik yaparak hayatımızı kazanıyoruz!” Şeklinde olurdu.
O yıllar senede bir ay resmen izin verilir; köylü İğdir ormanlarından kağnı arabalarıyla kışlık odun getirirdi. Her bir odun seferi, hemen hemen 24 saat sürerdi.
Yine o yıllar, çiftçinin ekip biçerek elde ettiği ürünler; kışı geçirmeye zar zor yeterdi. Bu yüzden devletin sattığı buğdaydan da almadan edemezdi! Hatırladığım kadarıyla Amerikan buğdayı idi bunlar! Çünkü, köyün rakımı yüksekti. Üstelik köy kayalık bir arazide kurulmuştu. Tarlalar çok taşlıktı. Toprak yeteri kadar verimli değildi.
X
Her köylünün -sayısı değişse de- tarlası, bostanı, çayırı, ineği, bir çift öküzü veya mandası ve tavukları olurdu. Ve bilhassa 20-30’dan aşağı olmamak üzere davar ve koyunları bulunurdu. Koyuna nazaran az sayıda olmakla beraber keçi de yok değildi köyde… Bazılarının Kara Kovan dedikleri Arı Kovanları vardı ki, yaptıkları balın rengi, altın sarısı olup, tadına doyum olmaz ve yedikçe bıktırmazdı. Vücuda dermandı. Tabii ilaç vazifesini görürdü. Bedene deva olan balı, arılar bu kovanlarda yapardı… Ben bu yaşıma geldim geleli bir daha o lezzet, o nefaset ve o kıvamda bal yediğimi hatırlamıyorum.  
X
Her sabah erkenden Kömüş, Manda, Eşek vs.’den ibaret bir sürü…
Her sabah erkenden sığır denen İnek, Dana ve Atlardan oluşan başka bir sürü…
Her sabah Davar dediğimiz koyunlardan ve kısmen Keçi ve Oğlaklardan meydana gelen diğer bir sürü; çobanların uhde, tasarruf ve güdümünde yayılmak üzere mer’a ve kırlara götürülür; akşam üzeri de sağılmak ve gecelemek için sütle dolu memelerini sanki zor taşıyormuş gibi aheste yürüyüşleriyle köye geri getirirlerdi. Bilhassa koyun sürüsünün; sırasında köye getirilmeyerek, Salak dediğimiz yerlerde gecelettirildikleri de olurdu…
Köy çocukları, onların gelmesine yakın, köye giriş yerinde toplanır, birbirleriyle şakalaşır ve eğlenerek günün yorgunluğunu üzerlerinden atmaya çalışırlardı. Sonra da yaylımdan dönen malları yani hayvanlarıyla, hava iyice kararmadan, evlerinin yolunu tutarlardı. Gerçi her hayvan gidecekleri tam’ı / ahırı yani gecelediği yeri bilirdi. Ama köy gençleri, bu bahaneyle bir araya gelmiş olmanın zevkini tadarlardı.
X
İhtiyacı olanlar, Mesudiye’de haftada bir, Cumartesi günleri kurulan Pazar’a gider, ihtiyaçlarını alıp gelirlerdi. Tabii düzgün olmayan, yol demeye dilim varmayan  yollardan geçerek, at veya eşek üstünde bir gününü buna hasrederek…O zamanların şiddetli geçen kışlarında, her tarafı kaplayan diz boyu karlarını yarıp geçerek kasabaya gidip gelmek ise, imkansız denecek kadar zordu.
Hasta olacakları ise sakın sormayın! Bırakın kış engelini, yazın bile onları ilçeye götürmek kolay kolay göze alınamıyacak kadar güçlüklerle doluydu! 
Çünkü bırakın köy yollarını, ilçeyi il’e bağlayan yol bile, daha düne kadar topraktı. Yolcular, yol boyunca toz toprak içinde kalır, araçta nefes alamayacak duruma düşerdi! Zaten otobüs, minibüs diye bir şey yoktu! Yolcular kamyonlarla taşınır; birkaç saatlik yolculuk saatlerce sürer, hatta bir günü alırdı.
Köprüler bile, iki yakası arasına paralel olarak uzatılmış ve ancak tekerleklerin sığabileceği iki kalın ağaç ve kalasdan ibaretti! Köprüye gelindiğinde -her ihtimale karşı- yolcular kamyondan indirilir! Şoför; muavinin uyarıları doğrultusunda, bin bir dikkat ve cambazlıkla kamyonu köprüden geçirir…Sonra yolcular bindirilerek, tekrar ikinci bir köprüde indirilmek üzere yola koyulurdu.
Ordu’ya gelen yolcular; imkanları varsa, basit ve ucuz otellerde kalır; maddi durumu elverişli olmayanlar ise, iskelede yatıp kalkarak, ne zaman geleceği meçhul vapuru beklerdi. Oysa gelecek olan yolcu vapuru değil; bir yük şilebinden ibaret bir gemiydi! Yolcular; kıyılar sığ ve liman da olmadığı için, mavnalarla, açıkta demirleyen gemiye mavnalarla taşınırdı! Yolcular umumiyetle güvertede, açıkta yatıp kalkarak yolculuk ederlerdi! Tabii fırtınalı havalarda, güverteden denize düşme tehlikesi de işin cabasıydı!
X
O zamanlar, köylülerden bit eksik olmazdı! -Hoş o sıralar, ilçe otelleri de bit kaynıyordu ya, neyse konu dışına çıkmayalım şimdi.- Öğretmenimiz, her sabah okul önünde sıraya giren öğrencileri bit muayenesinden geçirir, gereken uyarıları yapardı. Hiç unutmam, yine böyle bir bit kontrolü sırasında, sıra bana gelmişti. Hoca saymaya başlamasın mı? Bir iki üç diye, tam  yediye kadar sayarken; utancımdam yerin dibine geçmiş; kıpkırmızı olmuş; kimsenin yüzüne bakacak halim kalmamıştı! Hicabımdan başımı kaldıramıyordum ki, hocanın şaşırtan açıklaması, bana rahat bir nefes aldırdı. Meğer hocanın saydığı, üst üste giydirildiğim yedi kat üst baş değil miymiş?
Köyde bite karşı DTT kullanılırdı ki, daha sonra bunun vücuda zararı anlaşılmış ve piyasadan kaldırılmıştı. Her yıkanıştan sonra, iç çamaşırlara DTT sürülür, ondan sonra giyilirdi. 
Çok şükür ki, artık bit mit kalmadı köyde kentte… Fakat tabii bir çağrışım olarak hatırlatmadan edemeyeceğim: Bilmem biliyor musunuz? Bugün İngiltere’de, özellikle ilkokullarda, kız çocuklarını bit istilasından bir türlü kurtaramıyorlar! Temizliğe özen gösterdikleri halde!.. Sanırım bu durum; köpeğin hayatlarının bir parçası olmasından ileri gelse gerek! Ve yataklarına kadar köpeğin her yerde bulunmasından, ona sınırsız bir imkan tanımış olmalarından kaynaklanıyor olsa gerek! Tabii İngiliz okullarında okuyan Türk çocukları da, bundan nasibini almıyor değil! 
1 Ağustos 2007
Sarıyer-İstanbul