Kerâmet, lugatta, “iyi ahlaklı ve cömert olmak ma’nalarına gelir. Terim olarak, (ıstılah’da) Allah’ın salih, takva sahibi velî kullarından zuhur eden olağanüstü hal” diye ta’rif edilmiştir. “Bir yetkiye (salâhiyet) dayanarak iş yapmak” anlamındaki “tasarruf” kelimesi de tasavvufta kerâmetle eş anlamda kullanılır. Fakat, “Tasarruf” kerâmetten daha has’tır. Sahibizaman, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, deruhte ettiği vazife’nin, kevnî kerâmet göstermez de tasarrufta bulunur. Sıradan bir veli’de zuhur eden’e kerâmet, müceddid’in elinde zuhur edene tasarruf denilir.
Kerâmet, tıpkı mu’cize gibi tabiî kanun ve usûllerle izah edilemeyen bir olay olup mahiyeti i’tibâriyle mu’cize’den farklı değildir. Ancak, mu’cize Peygamber’lerden, kerâmet ise tam olarak Peygamber’lere bağlı olan velî’lerden zuhur eder.
Ne var ki, Peygamber Peygamberliğini iddia eder ve bunu ispat için mu’cize gösterir. Gösterdiği mu’cizeler ile kendisine (Peygamberliğine) inanmayanlara meydan okur. Peygamber’i örnek olarak alan velî ise, aslâ velî’lik iddiasında bulunmadığı gibi bu hususta hiç bir kimseye meydan da okumaz.
Peygamber’lerde mu’cize’nin izharı (Teaddî babından), diğerinde (velî’lerde) kerâmetin zuhur sözkonusudur. (Bu şu demektir; Peygamber her istediğinde mu’cize izhâr edebilir, fakat velî her istediğinde elinden kerâmet zuhur etmez, Allah’ın dilediği zaman zuhur eder).
Mu’cize’nin de, kerâmetin de yaratıcısı, hakikî sahibi şüphesiz Cenab-u Hakk’tır.
Kerâmet, Kur’ân-ı Kerim’de ve sahih hadis’lerde geçmemektedir. İlk asırlarda umûmiyetle “âyet”, “Âyât” terimleriyle ifade edilen hâriku’lâde haller, elimizdeki kayıtlara göre ancak, 8.asırdan i’tibâren “Kerâmet” olarak zikredilmeye başlanmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de ve sahih hadislerde olağanüstü haller için “Kerâmet” teriminin bulunmaması kerâmet’in hâşâ! hak olmadığı anlamına gelmez. Nitekim, bundan önceki yazımızda, Âsaf-ı Berhiya ile Haz.Meryem’in kerametleri anlatmaya çalışmıştık.
Kur’ân-ı Kerim’de bunların benzerleri başkaca kıssa’lar ve örnekler vardır. (El-Kehf Suresi 18/16-26) âyetlerde beyan buyrulduğuna göre, Ashab-ı Kehf diye nitelendirilen gençler hakkında, “Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakîkaten onlar, Rab’lerine inanmış genç’lerdi. Biz de onların hidâyetini artırdık.”
“Kendileri uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Onları sağa sola çevirirdik. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmakta idi. Eğer onların durumlarına muttalî olsa idin dönüp onlardan kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı.”
“Onlar mağaralarında üç yüzyıl ve buna ilâveten dokuz yıl kalmışlardır.”
“Böylece biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları uyandırdık. İç’lerinden biri; “Ne kadar kaldınız?” dedi. (kimi) “Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık” dediler. (kimi de) şöyle dediler; “Rabbi’miz kaldığınız müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzâk getirsin; ayrıca nâzik davransın (gizli hareket etsin) ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.”
“Çünkü onlar eğer size muttalî olurlarsa, ya sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman ebediyyen iflah olmazsınız.”
(Kâzî Beyzâvî’nin naklettiğine göre şehre gönderilen adam, elindeki parayı harcamak üzere çıkarınca şehir halkı, paranın üzerindeki kral Dekyânos’un resmini görür ve adam’ın bir hazine bulduğunu sanarak kendisini devrin hükümdarına götürürler. Aradan uzun zaman geçmiştir. Artık bu hükümdar Tevhîd akidesine bağlı bir Hıristiyandır. Genç adam kral’a başlarından geçenleri anlatır. Hep birlikte mağaraya giderler ve genç’in anlattıklarının doğruluğunu hayretler içinde görürürler. Yeniden dirilmenin imkân dâhilinde olduğunu isbatlayan bu müşâhededen sonra, Allahu Teâlâ gençleri tekrar edebiyet uykusuna daldırır.)
Bu gençler, Peygamber olmadıkları halde bu olağanüstü hallerle hallenmeleri bir kerâmet zuhurudur.
“Musâ’nın anasına; Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize (Nil nehrine) bırakıver, hiç korkup kaygılanma, çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu Peygamber’lerden biri yapacağız” diye bildirdik.” (Kasas 28/7)
“Nihâyet Firavn ailesi onu yitik çocuk olarak (nehirden) aldı. O, sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı. Şüphesiz Firavn ile Hâmân ve askerleri yanlış yolda idiler.” (Kasas 28/8)
“Firavn’un karısı (sepetin içinden) erkek çocuk çıkınca karısına;) Benim ve senin için göz aydınlığıdır! Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur, ya da onu evlâd ediniriz, dedi. Halbuki, onlar (işin sonunu) sezemiyordular.” (Kasas 28/9)
“Böylelikle biz onu, anasına, gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allah’ın vâ’dinin gerçek olduğunu bilsin diye geri verdik. Fakat yine de pek çoğu (bunu) bilmezler.” (Kasas 28/13)
“Firavn, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı.” (Kasas 28/4)
(Âyette zikredilen zümre İsrailoğullarıdır. Bir kâhin, Firavn’a, İsrailoğulları içinden bir erkek çocuğun dünya’ya geleceğini ve kendi saltanatını elinden alacağını söylemişti. Bunun üzerine Firavn, İsrailoğullarının erkek çocuklarının öldürülmesini emretti.)
Peygamber olmadığı halde, Haz.Musâ’nın annesine bu olağanüstü hallerin verilmesi kerâmettir. Filhakîka, Haz.Musâ’nın bir sandık ve zembil içinde Nih Nehrine bırakıldıktan sonra belli bir müddet o şartlar’da yaşatılması ve sâlimen kurtulması, yeni doğmuş bir sabî iken beşikte konuşan Haz.İsâ’ya ihsan buyrulan mu’cizeye benzer.
Bârâ-yı Ma’lûmat olarak arzedelim:
“Allah, inkâr edenlere, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki Salih kişinin nikahları altında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: Haydi, ateşe girenlerle birlikte siz de girin! denildi” (Tahrîm 66/10)
“Allah, inananlara da Firavn’un karısını misâl gösterdi. O: Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavn’dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar! demişti.” (Tahrim 55/11)
“İffetini korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de (Allah örnek gösterdi). Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabbi’nin sözlerini ve kitaplarını tasdîk etti. O gönülden itaat edenlerdendi” (Tahrîm 66/12)
Ülü’l-Azm, Peygamber’lerden Haz.Nûh, önemli Peygamber’lerden Haz.Lût’un nikahları altındaki, Peygamber olan kocalarına inanmadıkları gibi ayrıca kendilerine ihânet’de de bulundukları için ebediyyen cehennemde kalacakları beyan buyrulmuştur. (Âyetlerde bahsedilenlerden Haz.Nuh’un karısı, kavmine Haz.Nuh’un deli olduğunu söylerdi. Haz.Lût’un karısı da, Haz.Lût’a gelen erkek misâfirleri, mü’minleri geceleri ateş yakarak, gündüzleri de duman çıkartarak, habâis ehli ahbes’lere haber verirdi. Her ikisi de lâyık oldukları cezalara çarptırıldılar.
Firavn’un karısı, Haz.Âsiye Vâlidemiz, Haz.Musâ Nübüvvetini kırk yaşlarında ilân ettiğinde kendisine iman etmişti. Bundan dolayı kocası Firavn onu ellerinden ve ayaklarından dört kızağa bağlamış göğsünün üzerine de kocaman bir taş koymuş, öylece yakıcı güneşe bırakmıştı. İşkence anında, yukarıda zikredilen du’a’yı okurken, “Rabbim, katında-cennette bana bir ev yap, beni Firavn’dan ve onun kötü işlerinden ve zâlim kavimden kurtar,” diyerek ruhunu teslim etmişti.
Peygamber olmadıkları halde Allah, iki kadına Haz.Musâ’nın annesine ve Haz.İsâ’nın annesi, Haz.Meryem’e vahyetmişler. İki kadının da iffet ve nâmusları Allah tarafından vahyen, açıkça tesbit ve ilân olunmuştur. Akıllara durgunluk veren şen’î bir iftira üzerine Nûr Sûresinin 10 âyeti Kerimesi Âişe-i Mutahhare Annemiz hakkında nâzil olmuştur.
“(Peygamber’in eşine) bu ağır iftirayı uyduranlar şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük saymayın, aksine o sizin için bir iyiliktir. Onlardan her bir kişiye, günah olarak ne işlemişse (onun karşılığı ceza vardır. Onlardan (elebaşlılık yapıp) bu günahın büyüklüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır.” (Nur 24/11)
“Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadınların (mü’minlerin) kendi vicdanları ile hüsn-ü zan’da bulunup da: “Bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi?”
“Onların (iftiracıların) da bu konuda dört şahid getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahidler getiremediler öyleyse onlar Allah nezdinde yalancıların tâ kendisidirler.”
“Eğer dünya’da, ve âhirette Allah’ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlakâ büyük bir azap isâbet ederdi.”
“Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağzınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu Allah katında çok büyük (bir suç)tür.”
“Eğer inanmış insanlarsanız, Allah bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırır, uyarır.”
“Ve Allah âyetleri size açıklıyor. Allah, (işin içyüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
“İnsanlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünya’da da âhirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
“Ya sizin üstünüzde Allah’ın lütfu ve merhameti olmasaydı, Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (haliniz nice olurdu.)”
(Nur Suresi 24/12, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 20)
“Nihâyet onu (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: Ey Meryem! Hakîkaten sen iğrenç bir şey yaptın!” Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi.” (Meryem 19/27, 28) “İffetini korumuş olan İmrân kızı Meryem,” (Tahrim 66/12)
(Kerâmet mevzu’una devam edeceğiz.)