Hemen bir Karaköy, ya da Beşiktaş vapuruna binin…
Ama şöyle gün içinde olsun ki tankerler, şilepler, yolcu gemileri, motorların yoğun seyretmeleri gerek.
İstanbul’da büyüdüm.
Denize ve Boğaz’a hastayım.
Yıllarca Boğaz’da olan biteni gözlemlerim.
Kimbilir garibim yıllar boyunca ne saçmalıklara, ne cahilliklere sahne olmuştur.
Benim tarihime giren ise; hiç unutamam.
15 Kasım 1979 da İndependenta tankerinin yanışını aylarca izlemiş, yanık petrolün etkisiyle ciğerlerimle birlikte yüreğim de yanmıştı. 
Sabahın erken saatlerinde, bir kuru yük gemisiyle çarpışan İndependenta 27 gün yanmış ve 43 kişi yaşamını yitirmişti. Boğaza bakan çevre binalarda camlar kırılmıştı. 
Bir çoğumuzun bronşit sıkıntıları olmuştur ki, zaten o dönemlerde kalorifer sistemlerinin çoğu kömürle çalışıyordu- Filtre icat edilmediği(!) için zehir solumak, özellikle Mecidiyeköy’de tavan yapardı.
O facia, hani meşhur lafımıza nispet; Pek ucuz atlatılmamış, denize yayılan tonlarca yakıt, havada denizde yaşayan tüm canlılara bir kabus olmuştu. Deniz dibinde ki canlıların % 95’inin de öldüğü söylenir.
Eee ne de olsa 30.000 ton petrol yanmış denizin rengi siyahlara bürünmüştü.
Boğaz’ı süsleyen tarihi yalıları çok sever şilepler, tankerler.
Hep burunlarını salona sokup içeri de olan biteni merak ederler.
Ve ertesi günü; Boğaz bir tehlikeyi ucuz atlattı der gazeteler, beyaz camda botokslu dudaklar.
Bir yaz gününün pazar sabahında kıyıdan bakarken Ada vapurunun ana kütlesini, insan yoğunluğundan seçememiştim. Öyle ki arabaların bagajında aşırı dolan yükle arkanın çöküşü gibi resmen vapurun arkası suya teğet gidiyordu.
“Yok canım, insan hayatı önemlidir” deyip hiç kaza olacağı ihtimalleri gelmiyor cahilce. 
Öyle ya ona güvenme buna güvenme, güvensiz yaşamak insanın ruhsal dengesini bozar.
Neyse sadede gelelim.
Denizi Boğaz’ı severim. İstanbul’da ki toplu taşımaların hakkını veren biri olarak hep deniz ulaşımını tercih ederim.
Teknelere, vapurlara binerim.
Ancak geçen hafta yaşadığım olayı henüz kabullenmiş değilim. Anlatayım;
Tabir yerindeyse, iki dirhem bir çekirdek Beşiktaş’tan vapura bindim. Vapur Filoları çok bakımlı ve yeni eklemeler ve de anlayışlı personelinden, herkes gayet mutlu…
Kadıköy’de toplantım var.
Hava çok güzel diye vapurun yan kısmındaki sıralara oturdum. 
Foş foş deniz! Havalar uygun olursa hep burayı tercih ederim. Özellikle de kocamaann tankerlerin burunlarını denizi yararak ilerlemesi ben de garip bir adrenalin yükletir. 
Özgürlükle özdeşleştiririm. Yay kadını için özgürlük çok önemlidir. Heh Hehh…
Kulaklığımı taktım müzik dinliyorum. Yanımda ki genç kız uyuklamakta. Öbür yanımda gençler telefonlarında eğleniyorlar.
Deniz, İstanbul, güneş… keyfim ağada yok.
Derken görüş hizamıza hızla giren bir büyük tanker, hemen arkasından –dişi köpeğin peşisıra burnunun dikine giden erkek köpek gibi- takip ediyor…aynı süratte yok daha hızlı bir şilep! İçinde ben diim 50 sen de yüz konteynır var.
Wooowww…
Seyrediyorum. Telefonumla bu devasa şilebi fotoğraflamak için bile zamanım yok. Çok hızlı…Ancak seyirlik keyfimi çıkarayım diyorum.
Çok yakın geçiyoruz ve bizim de süratimiz daha öncelerde olduğu gibi düşmedi. Oysa hep vapurlarımız onların geçmesi için yavaşlar ya da dururdu.
Bir enayilik olduğu kesin ama düşünmek için vakit yok! Muhteşem dalgalar birbirine eklenerek üzerimize geliyor. Kayıkta değiliz ki ne güzel daha önce de dalga çarpmalarına alışığım.
He he heee…
……
Amaaa maalesef… beklenilen son olmadı.
Oturduğumuz koltukların üzerinden bizi bir metre aşan dev dalgalar içinde bir an Marmara’ya açıldığımızı zannettim.
Benimle beraber aynı kaderi paylaşan on, onbeş kişi dalgaların bocası ve  şaşkınlığımız geçince ayağa kalktık. Ben dahil küfürler, kahkahalar, söylene söylene içeri yürüdük.
Hırkam, pantolonum,kazağım, iç çamaşırım su içindeydi. Çantamın içinden akan  sular, saçımdan akanlara eşlik edip, bu ekim gününde zangırdatmaya başladı. Acaba botlarımın içindeki suda balık da kaçmış mıdır diye kendime espri yapmaya çalıştım.
Ben nasıl toplantıya bu halde gideceğim?
Ağlamak istemiyorum zaten her yerim ağlıyor.
Yürüyün kaptana çıkalım, dedim.
……
Ya bir insan kulu yok! Tuhaf tuhaf bakışlar, sessizlik hakim..
Hepsi sudan çıkmış balık gibi…
Sonunda biri; “Amann şikayet etseniz nolacak, özür dilerler olur biter demez mi?
Başka biri; Oluyor böyle bana daha önce de oldu deyip sırıtıyor. Pantolonu üzerine yapışınca seksi olduğunu falan zannediyor herhalde.
“Ben hep bu dalgalarda ıslanmayı beklerim” “Ne var ki bu ne şiddet” der gibi beni süzüyor. Yüzünden akan sularla yapıştırsam bi tane diyorum.
Ben bu işlere çömez gibi kaldım galiba…
Bir hışım üst kata çıktım tabii yürüdükçe sular akıyor. Çaycıya kaptanı sorarken sıcacık deri koltuklarından herkes bana bakıyor. Suya falan düştü diye düşüneni bile vardır.
Kaptan genç. Ben napiim şilep çok büyüktü diyor. Ve ekliyor.
“Sizin güvenliğiniz bizim için önemli!”
Leyn bu ne biçim güvenlik?
Orada küçük çocuk olsa kayıp giderdi. Ya da yerimizden fırlasak o çarpmayla demirlerde sakatlanabilirdik.
Güvenlikmiş. Kaptana gıcık oldum. Halime acıyıp alttan bile almadan horozculuk ha?
Kıyıya çıktığımda üzerime kıyafet bile ayarlamadan Şehir Hatlarını arayıp, şikayette bulunuyorum.
Ama donuyorum ateşimin çıkmamasına dua ediyorum.
Şimdi kıyafet parası da cabası…
Allahım yazayım diye mi başıma bunlar geliyor benim…
Zagor Tenay maceralarım var benim…
………
Ama burası önemli…
Şehir Hatları çok ilgilendi ve bu yönde kaptanlara bir bilgi verileceğini söyledi. Tekrar tekrar arandım.
Böylece biraz rahatladım.
Şimdi;
Başımıza gelenleri bildirmezsek denetimler olmaz arkadaşlar. Bu ne umursamazlıktır çözemedim. 
A-ha bir o vurdu o tarafa, a-ha bir bu vurdu bu tarafa …Toparlanırken a-ha bir dalga daha…
Akıntıya mı bıraktınız kendinizi yaaa, biraz silkelensenize…