Tarihimiz gurur verici olaylarla dolu. Hayatın akışı içerisinde her şeyin dört dörtlük yaşandığını iddia edemeyiz ama, yine de övünülecek çok şeye sahibiz. Keşke geçmişimizle övünmek yerine, geleceğe dönük bir şeyler yapsak, bizden sonraki nesillere de bizimle iftihar edecekleri olaylar bıraksak…
İstanbul’un Fethi, kim ne derse desin, tarihi açıdan büyük bir olay. Ortaçağ’ın kapanıp Yeniçağ’ı açıldığı bir dönemeç noktası… Her yıl 29 Mayıs’ta Fethin yıldönümü kutlanır gerçi ama, doğrusu ağırlığına lâyık mı değil mi bilinmez. İstanbul’un Fethi Osmanlı için bir milattır. Eğer Fatih bu kadim kenti Osmanlı topraklarına katamasaydı, herhalde bugün dünya coğrafyası çok daha farklı olurdu.
Doğrusunu isterseniz çoğumuz bunun pek farkında değiliz. Bırakın İstanbul dışındakileri, şehrin göbeğinde yaşayan pek çok insan bile fetihten, 29 Mayıs’tan habersizdir.
Bu yıl fethin 563. Yıldönümü. Bilirsiniz kutlamalar için yuvarlak rakamlar önem taşır. 10. Yıl, 25. Yıl, 50. Yıl, hele 100. Yıl kutlamaları herkes için ayrı bir özellik taşır. Bizim kuşak bir de milenyum yaşadı 2000 yılını kutladık. Demem o ki, 563 rakamı bu açıdan öyle dikkat çeken bir özellik göstermiyor ama, farkındaysanız İstanbul sokakları kutlama ilanlarından geçilmiyor. Her yer afişlerle donatılmış. 563. Yılı kutluyoruz.
Özellik arzeden tarafı şu, bu kutlama ilk kez sadece İstanbul bürokrasisi tarafından değil, doğrudan devlet kanalıyla organize ediliyor. Sponsor Cumhurbaşkanlığı ve başrollerde de sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan..
Bu kadar önemle ve özenle üzerinde durulmasının elbet bir sebebi olmalı.. Sokaktaki insanlar bunu Erdoğan’ın ilk defa bir “Devlet Başkanı” görünümündeki icraatı olarak görüyorlar veya yorumluyorlar. Gerçek neden bu mudur bilemem, belki zamanı gelince öğreniriz.

*     *     *

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u Bizans’ın elinden alıp Osmanlı topraklarına kattığında, yaptığı işin ne kadar önemli olduğunu belki biliyordu belki bilmiyordu. Ama çağ değiştiren bir hükümdar olarak tarihe geçeceğinin herhalde farkında değildi.
Bir başka 29 sabahında bir başka Mehmet de İstanbul’da hayata atılışının ilk günlerini yaşıyordu. Henüz 11 yaşında bir çocuktu… Kağıdın kısıtlı olduğu, gazetelerin ancak 8 sayfa çıkabildiği, taşraya giden gazete kamyonlarının birbiriyle yarıştığı yıllardı. Dayısı (hayatta) İbrahim Gezer’in bayili k yaptığı o dönemde, Hürriyet dışında bütün gazeteleri alıyor, ama (Rahmetli) Hasan Kazma’dan Hürriyet alabilmek için âdeta saatlerce savaş veriyordu.
Koltuğunun altına aldığı gazeteleri matrise sarıp, kayışı bile olmadığı için onları bir iple bağlayarak boynuna asan Mehmet, Beyazıt meydanında, “Hürriyeeet, Milliyeeet, Yeni Sabah, Cumhuuriyeeet” diye basbas bağırırken, 8 kuruşa alıp 10 kuruşa sattığı gazetelerden kazanacağı iki kuruşla neler yapacağının hayalini kuruyordu.

*     *     *

Fatih Sultan Mehmet 11 yaşındayken babası tarafından tahta oturtulmuş ve padişah olmuş bir çocuk. Osmanlı’nın düşmanları tahta küçücük bir çocuğun çıktığını duyunca fırsat bu fırsat deyip babası II. Murad’la yaptıkları anlaşmaları bozarak, Osmanlı’ya karşı cephe aldılar ve bir Haçlı ordusu oluşturarak imparatorluğa son darbeyi vurmak istediler.
Ne yazık ki düşmanlık (aynen bugünkü durum gibi) sadece dışarıdan değildi. Çocuk yaşta bir padişahı kendi tarafına çekmek isteyen beyler paşalar arasında da anlaşmazlıklar yaşanmaya, devlet kademelerinde ve halk arasında isyanlar çıkmaya başladı.
Yönetimin tehlikeye girmesi üzerine II. Murad’ın tekrar devletin başına geçmesi gerektiğini düşünmüştü genç Mehmet. Ancak babası buna pek sıcak bakmıyordu ama, durum da ortadaydı.
İşte böyle bir kritik zamanda, Mehmet’in babasına bir mektup yazdığı söylenir. Tarihçiler bunu pek doğrulamasalar da, bir efsane olarak günümüze kadar gelen ve ikilemin çok güzel bir örneğini teşkil eden mektup şöyledir: “Babacığım! Memleketin durumu dıştan ve içten gelen saldırılarla tehlikeye girmiştir. Padişah sizseniz, lütfen görevinizin başına dönünüz! Yok, Padişah bensem, size emrediyorum, yine görevinizin başına geçiniz.”
Evet, II. Mehmet 11 yaşında tarihe mal olan bu veciz söylemiyle, gelecekte sanki “Fatih Sultan Mehmet” olacağının izlenimlerini verirken, öteki Mehmet, akşama kadar sattığı gazetelerden kazandığı iki buçuk liralık ilk gün hasılatının bir kısmıyla gidip Koska’daki tarihi Hasan Paşa fırınından kendine poğaça ziyafeti çekiyor, kalan parasını da götürüp anneciğine teslim ediyordu... İşte o Mehmet bendim.
“Şükür, oğlumun kazancını da gördüm ya…” diye düşünerek gözleri dolan anneciğimin unutamadığım bu hali gözümün önünden hiç gitmiyor. (Geçtiğimiz yıllarda onu da kaybettim. Allah rahmet eylesin.)
Her şey daha dün gibi, ama tam 63 yıl olmuş… Zaman ne de çabuk geçiyor gerçekten… Şimdi bunu daha iyi anlıyorum.
O günden bugünlere, neler neler yapmadım ki… Koltuğumun altında sattığım gazetelerle hem okudum hem hayatımı devam ettirdim. Bu meslekte alaylıyım. Askerden geldikten sonra gazete bayiliği, ikinci el bayilik, başbayilik, sendikacılık, reklamcılık derken, yayıncılık, süreli yayın sahipliği, Ajans sahipliği, matbaacılık… Yapmadığım iş kalmadı desem yeridir. Kıbrıs çıkarmasından sonra yazdığım “3. Adam Ecevit” kitabı 70 bin satarak o yılların satış rekorunu kırmıştı.
Matbaamı kapatıp tam inzivaya çekilecekken tam 50 yıllık kadim dostum Abdullah Akosman gazetenin kapılarını bana açtı. 17 yıldır uyum içinde onunla birlikte çalışıyoruz. Ömrüm yettiğince, sağlığım elverdiğince de çalışmaktan vazgeçmeyi, işimi bırakmayı düşünmüyorum
Bu yıl bu büyük fethin 563. yılı kutlanırken, ben de iş hayatına girişimin altmış üçüncü yılındayım. Şu an kendimi çok daha genç ve dinç hissediyorum.
Güzel günlerde tekrar görüşmek dileğiyle…