İnternet adresime gelen İstanbul Üsküdar’dan Bayan Saliha Kılınç’ın sorusu Hoşgörü – müsamaha üzerine…

SORU: Yüce dinimiz İslâm; Yaşantılarımızla ilgili bazı kurallar koymuştur.

Aklıma takılan soru şu: Hoşgörü ve müsamahalı olmakla ilgili kurallar var mıdır?

İslam katı kurallar dini midir, yoksa hoşgörü dini midir?

Bu konularda Ayet ve Hadis var mıdır?

Müsamaha ve Hoşgörü ile ilgili ilim adamlarının görüşleri İslâm’ın görüşü ile çelişkiye düşüyor mu?

Tarihte ne gibi hoşgörü ve müsamaha örnekleri vardır?

CEVAP: Müsamaha sözlükte “kolaylık göstermek, yumuşak davranmak, hatayı görmezlikten gelmek” anlamına gelir.

Ahlâk terimi olarak insanlara yükümlülükler konusunda kolaylık göstermeyi, toplumsal yapıyı sarsıcı mahiyette olmayan hata ve kusurları hoş görmeyi, çeşitli düşünce, inanç ve davranışları özgürce dile getirmeyi ifade eder. Günümüzde Türkçe’de hoşgörü kelimeleri kullanılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de müsamaha kelimesi geçmez; ancak başta af ve onunla birlikte zikredilen safh kelimeleri olmak üzere hilim, silm, sabır, sulh, lîn (yumuşaklık) gibi kavramlarla İslâm’ın müsamahakârlığını ifade eden pek çok âyet bulunmaktadır.

Bu âyetlerde dinî ve dünyevî hayata ilişkin olarak insanların gücünü aşan veya hayatlarını zorlaştıran mükellefiyetlerden muaf tutulması veya yükümlülüklerinin hafifletilmesi, İslâm’ın temel kurallarını sarsmadıkça daima kolaylığın tercih edilmesi istenmekte; müslümanların diğer insanların kişiliklerine, düşünce ve inançlarına saygı göstermeleri, onlara farklılıklarını koruma ortamı sağlamaları emredilmektedir.

Hadis mecmualarında da bu tür açıklamaların yanında müsamaha ile aynı kökten gelen değişik kelimelerin yer aldığı ifadelerde müsamaha müslümanın temel ahlâkî özelliklerinden biri olarak gösterilmiştir.

Müslümanlar kendi aralarındaki ilişkilerde de hoşgörülü ve kolaylaştırıcı olmaya özendirilmiştir.

Allah’ın affının genişliğini ifade eden âyetler, O’nun kullarına müsamahasını göstermesi yanında dolaylı olarak insanları da müsamahakâr olmaya teşvik etmektedir

Peygamber efendimiz: “Farzlarla emrolunduğun gibi, insanlarla iyi geçinmekle de emrolundun.” buyuruyor.

Bu bir hadis-i şeriftir.

Yorumu ise: Müslüman’ın çevresi ile iyi geçinen, kendisiyle iyi geçinilen kimse olmasıdır.

Benzer hadisler de vardır:

“Akıllı olmanın ve akıllı yaşamanın ilk adımı, halka sevgi ve şefkat göstermektir.”

“Siz insanları mal-mülkle tatmin edemezsiniz. İnsanları ancak güzel ahlâk, hoşgörü ve güleryüz tatmin eder.”

“Rıfk ve yumuşaklık ihsan edilen kimseye dünya ve ahiretin bütün iyilikleri verilmiş demektir.”

“Bir kimsenin mümin kardeşine sevgi ve şefkatle bakması, mescide kapanıp bir yıl nafile ibadet etmesinden daha hayırlıdır,”

Bu anlayış Mevlânâ’da âlemşümul “insan sevgisini.”, Yunus Emre’de cihanşümul“Yunus şefkati”ni oluşturmuştur.

Mevlânâ’nın “Gel!” çağrısının, Yunus'un “Yaratılan her şeyi yaratan hatırına hoşgörme” anlayışının mânası budur.

Sadi’nin şu sözü bu mânâyı açıklamaktadır:

“Akılsız insan o kimsedir ki, Allah ile iyi olayım derken, Allah'ın kulları ile kötü olur.”

Allah’ın hoşnutluğu da, kulların hoşnutluğuna bağlıdır.

Hâfız-ı Şirâzî aynı anlayışı şiirleştirmiştir:

“İki cihanın selâmeti şu iki şeye bağlıdır: Dostlarla mürüvvet,üffet ve ünsiyet… Düşmanlarla iyi geçinmek…”

Ayet ve hadislerden kaynaklanan, Mevlânâ gibi, Yunus gibi, Sadî ve Hafız gibi büyüklerin hayatlarında sanatlaşan “müsamaha” duygusu, tarih boyunca Müslüman’ın ahlâkı olmuştur.

Hz. Peygamber Hudeybiye Muahedesi’nde, müşriklerin ileri sürdükleri aşırı şartları anlayışla karşılamış, Hayberin fethinde ele geçirilen Tevrat nüshalarını sahiplerine iade etmiş, fethedilen topraklarda yaşayan gayrimüslimleri kendi inanç ve ibadetlerinde serbest bırakmıştır.

İslâm tarihinin her safhasında ve sayfasında bu uygulamanın sayısız misalleri vardır:

Hulefa-yı Râşidin, ondan sonra gelen bütün halife ve devlet başkanları savaş esnasında bile yaşlılara, hastalara, çocuklara, ibadet edenlere, rahip ve keşişlere dokunulmamasını emretmişlerdir.

Kudüs'ün fethinden sonra yerli halk ayin ve ibadetlerinde tamamen serbest bırakılmışlar, İstanbul'un fethinden sonra Hristiyan halka müsamahadan da öte geniş imtiyazlar tanınmıştır.

Emevîler’de, Abbasilerde, Selçuklular’da, Osmanlılar’da hep aynı anlayış hâkim olmuştur.

Osmanlılar Doğu Avrupa’da hükümran oldukları 500 yıl boyunca yerli Hristiyan halkın ayinine, ibadetine, lisanına, yaşayış ve geleneğine dokunmamıştır.

Voltaire’in şu sözü bir itiraftır:

“Hiçbir Hıristiyan devleti, kendi topraklarında Müslümanların bir cami bulunmasına müsaade etmemiştir. Halbukî Müslümanlar, Hıristiyanlar’ın kiliselerine her zaman müsamaha göstermişlerdir.”

Ünlü Gustave le Bon; İslâmiyet’in hızla yayılmasını bu müsamahaya bağlamıştır:

“Kur’ânın yayılmasında, kuvvetin hiçbir tesiri olmamıştır. Zira Müslümanlar, mağlûp milletleri dinlerinde serbest bırakmışlardır. Eğer Hıristiyan milletler İslâmiyet’i kabul etmişlerse, bunun sebebi Müslümanlar’ın kendilerine karşı eski hükümdarlarından daha âdil ve müsamahalı davranmalarıdır.”

Müslümanlar, ferdî hayatlarında, toplu yaşayışlarında, Müslüman olmayanlara karşı kendi aralarında, savaşta, barışta, hoşgörüyü bir davranış ölçüsü saymışlardır. Kimseye kin tutmamışlardır.

Gönül yıkmayı değil, gönül almayı tercih etmişlerdir. Zira müsamaha ve hoşgörü Müslüman’ın ahlakıdır.

Hoşça kalınız.

( sorularınız için: [email protected] )