BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine adaylığımız bazılarına göre hüsranla sonuçlandı. Bence asıl kayıp büyük yatırımlar yapılan seçimlerin sonucunda değil, fakat bu üyeliğe gereğinden fazla önem vermemizdedir. Bir an için bu üyeliği tekrar kazandığımızı varsayalım. Gerçekten Türkiye’nin kazancı çok mu büyük olacaktı? Elbette işin prestij boyutu var. Fakat meselâ 2009-2010 döneminde Türkiye iki yıllık geçici üyeliği idrak etti. Bu üyelik ülkemiz veya bölgemiz açısından son derece başarılı geçti diyebildik mi?

Herkesin bildiği gibi Konseyin beş daimi üyesinden sadece bir tanesinin bile veto ettiği bir karar, geriye kalan 14 üye kabul etse dahi çıkmamaktadır. Uluslararası politikada istikrarı öncelediği iddia edilen bu sistemdeki çarpıklık daha 1945 San Fransisco Konferansı’nda gündeme gelmiştir. ABD, İngiltere, Çin ve SSCB imzalı deklarasyonda önerilen sistemde çoğunluk olmadan bir karar alınamayacağı, fakat daimi üyelerden en az birinin karşı çıktığı taslağın kabulünün mümkün olamayacağı, böylece uluslararası ortamda istikrarın sağlanacağı iddia edilmiştir.

Güvenlik Konseyi, BM’in dolayısıyla dünyanın en önemli karar organı durumundadır. Bu organa üyelik şüphesiz prestijli bir statü olsa gerek. Bununla beraber, uygulamada özellikle bölgemiz ile ilgili hususlarda genellikle veto faktörü devreye girmiştir. Mesela İsrail ile ilgili nice karar taslakları diğer bütün üyeler tarafından kabul edildiği halde sırf ABD vetosu yüzünden yürürlüğe girmemiştir. 

Türkiye’nin yeniden Konsey üyeliği gündeminden önce 2009-2010’daki icraatlarını hatırlayalım. Bu dönemde en kritik oylama İran’a yaptırımlarla ilgili olanıydı. ABD ile birlikte beş daimi üye ve Almanya’nın öncülüğünde hazırlanan tasarı İran’ın nükleer faaliyetleri gerekçesiyle bu ülkeye ağır yaptırımları öngörmekteydi. Bu yaptırımların kabul edilmesiyle İran, 5+1 denetimine girmiş ve nükleer silahlanması önlenmiş oluyordu. Komşumuz için ağır yaptırımlar öngören bir karardı.

İran’ın stratejik müttefiki durumundaki Rusya dahi bu oylamada ABD’nin baskısıyla bu ülke aleyhine oy kullanmıştı. Türkiye ise batı ittifakındaki bütün bağlantılarına ve baskılara karşın Brezilya ile birlikte yaptırımlara hayır demişti. Bu tercih, Türk dış politikasında “eksen kayması” olarak adlandırılan köklü politika değişikliğinin temellerinden birini oluşturmaktaydı. İran ile ilişkiler açısından bu dönemde BM Güvenlik Konseyi üyesi olmak Türkiye için büyük bir fırsat genel dış politika açısından risk idi. Ve bu fırsat İran lehine en üst seviyede kullanılmıştı. Beklentilerin aksine Türkiye bu oylamada çekimser kalmamış; tercihini batı aleyhine, İran lehine kullanmıştı. 

Dünya İran’dan ibaret değildi. Tecrübeli diplomatlar, Türkiye’nin batı ittifakı içindeki kritik konumunu dikkate alarak, nasıl bir gerekçe bulunsa da ülkemiz bu oylamaya hiç katılmasa diye düşünüyorlardı. Sorumluluk taşıyanların bu konuda sıkıntılı oldukları açıktı. Ancak belirttiğim gibi Türkiye bu kararda batı ittifakını bir tarafa bırakarak komşusunu, geniş anlamıyla İslam dünyasını, ezilen halkları tercih etti!

Gelelim Ekim 2014’e. Türkiye yeniden geçici üyeliğe aday. Bunun için büyük masraflara girilmiş. Bir hesaba göre sonuç alacak yatırımlar yapılmış, paralar dağıtılmış. Bu meyanda etik sınırlar biraz karıştırılmış! Genel kanaat Türkiye’nin kazanacağı idi. Fakat sonuç başarısızlık!

Mısır’da yaşananlara Türkiye’nin müdahalesinden dolayı, Kahire yönetimi Türkiye düşmanı haline gelmiş! BM nezdinde aleyhteki bu propaganda oldukça etkili oldu. Yanında Suudi Arabistan vardı. Mısır’da başarılı bir Arap Baharı, S. Arabistan için tehlike çanları demekti. Fakat Türkiye aleyhtarı grupta İran da görüldü. Önceki Konsey üyeliği döneminde bütün riskleri göze alarak kendisi lehine oy kullandığı İran, Türkiye’nin yeniden seçilmesini engelleyenlerdenmiş! İran açısından büyük politika Esed’i Şam’da muhafaza etmek, Lübnan-İran hattını korumak. Ankara’nın ise Şam ile ilgili temel politikası Esedsiz bir yönetim.

Bu durumda İran, Türkiye aleyhine faaliyet gösteriyor. Türkiye’nin yeniden Konsey üyeliğine seçilmesinden hazzetmiyor. Tam da bu günlerde İran’ın başka ülke şoförlerine uygulamadığı miktarda harçları Türk tır şoförlerine uyguladığını öğreniyoruz. Karşılıklı restleşme ile ekmek parası peşindeki bu insanlar çaresiz bırakılıyor. Halbuki en üst düzeyde devlet erkânı Ankara-Tahran arasında gidip gelmektedirler. Böyle bir sorun niçin bugüne kadar çözülmedi? Diplomasi mazeret üretme değil, sorun çözme sanatıdır! Türkiye-İran arasındaki tır şoförleriyle ilgili anlaşmazlık, her iki ülkenin de klasik azgelişmişlik tuzağında olduklarının bariz bir göstergesidir.

İran büyükelçiliği, Türkçe basın bildirisinde şoförlerle ilgili konuda ülkesini savunmaktadır. Klasik sömürgecileri sevindiren bir savunma. Fakat bu bildiride BM’deki oylamada Türkiye tarafında oy kullandığını, en azından Türkiye aleyhine faaliyette bulunmadığına dair ifade yok. BM oylamalarına giderken, iki büyük komşudan ikisinde de siyaseti öğrenememe sorunu yaşanmış. İşin doğrusu siyaset yaşandıkça öğrenilen bir ders. Ama her dersin de gereği yapılmalı. Değil mi?