İSLAMÎ ADAB-I MUAŞERET KAİDELERİNİN TEMEL PRENSİPLERİNİ KONUŞTUK 

Oğuz Çetinoğlu:
Bilinmektedir ki İslamiyet, sû-i zan’da bulunmayı yasaklamıştır. Sebep, maksat ve neticelere geçmeden önce ‘zan’ ve sû-i zan’ kavramlarını açıklar mısınız?
Prof. Dr. Abdülhakim Yüce: Zan, kesin delillere dayanmadan, kulaktan dolma bilgilerle bir kimse hakkında yersiz ithamlarda bulunmak anlamına gelir. Kulaktan dolma bilgiler de bulunmadığı halde, birisi hakkında ithamda bulunmak ise hem yalan, hem iftiradır. 
Din, inanç, amel ve ahlak sacayağına oturmaktadır. Öncelikle inanılması gerekenlere inanmalı (iman), ardından da bu imanı güçlendirmek ve korumak için amel (ibâdet) etmelidir. Bu ikisinin sonucu ve meyvesi ise, Allah‐insan ve diğer varlıklar (eşya) arasındaki ilişkileri düzenleyen ahlaklı yaşamadır. Öyle ise, 'dinin asıl maksadı kişiyi ahlaklı kılmaktır' demek mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber (sas) de ‘ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim’ buyurarak bu gerçeğe parmak basmış  ve peygamberlik müessesesinin kuruluş  gayesinin güzel ahlakı yâni Allah ‐insan‐ eşya arasında en uygun ve sağlıklı ilişkileri kurmak olduğunu belirtmiştir. Âyetlerde geçen, ‘namaz insanı her türlü kötülükten alıkoyar.’ (Ankebut Sûresi, 29/45) ‘Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tutmak size de farz kılındı. Umulur ki, takvâya erersiniz.’ (Bakara Sûresi, 2/183) ‘Onların mallarından zekât al ki, bununla onları temizleyesin ve arındırasın.’ (Tevbe Sûresi, 9/103) gibi âyetlerden, ibâdetten kastın insanı kâmil ahlak sâhibi yapmak olduğu anlaşılmaktadır.
Dinin vazettiği ahlakî prensipler insan fıtratına uygundur, dolayısıyla cihanşümul ahlak prensipleridir. Bu prensiplerin emredilenleri yâni iyi olanları her yerde iyi, yasaklananları yâni kötü olanları da her yerde kötüdür. İşte her yerde kötü olan dolayısıyla yasaklanan, haram ve kul hakkına tecavüz olan davranışlardan biri de sû‐i zandır.

Çetinoğlu:
Sû-i zan kavramı Kur’an-ı Kerim’de de geçiyor…
Prof. Yüce: Evet! Cenab‐ı Hak genel olarak zan hakkında şöyle buyuruyor:  
Ey iman edenler! Zandan çokça sakının! Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin!...’ (Hucurat Sûresi, 49/12) Bu âyet‐i Kerimeyi tefsir mahiyetinde Buhari ve Müslim'de rivâyet edilen bir hadislerinde Efendimiz (sas) de şöyle buyuruyor:  ‘Zandan sakının. Çünkü zan, (hatıra gelen) sözlerin en yalanıdır. Başkalarının konuştuklarını (gizlice ve kötü niyetle) dinlemeyin, ayıplarını araştırmayın, birbirinize karşı öğünüp böbürlenmeyin, birbirinizi kıskanmayın, kin tutmayın, yüz çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları! Allah'ın size emrettiği gibi kardeş olun.’

Çetinoğlu:
Bu bilgilerde zan kelimesinin târifine ulaşmak mümkün… 
Prof. Yüce: Zikredilen âyet ve hadiste geçen zan kelimesi, kesin delil olmamasına rağmen elde edilen bilgiyi kabullenmek ve ona göre amel etmek anlamına gelmektedir ki buna  İslam kültüründe ‘sû‐i zan’ denir. 

Çetinoğlu:
Ve tabiî dinimiz tarafından yasaklanmıştır… 
Prof. Yüce: Âyet ve hadislerde sû‐i zannın haram olan ahlakî bir zaaf olduğuna işâret edildikten sonra sebep olabileceği diğer ahlakî zaaflara da dikkat çekilmiştir. Ama öncelikle sû‐i zannın 'sözlerin en yalanı' olduğuna değinmek lazım. Bu ifâde sû‐i zannın yalandan daha ağır bir günah olduğuna işaret ettiği gibi, kişinin bu meseleyi kendisiyle konuşmasının yâni hayallerine onu misafir etmesinin (hatırına getirmesinin) de uygun olmadığını ifâde etmektedir. Zira yalan söylenen söz sâdece bir sözdür ve ağırlığına göre tahribatı bulunmaktadır. Ancak zannın hayalde çoğaltılıp abartılması ve neticede,  şeytanın vesvesesiyle, komplo teorilerine varacak hale gelmesi muhtemeldir. Onun için de sû‐i zan sözlerin en yalanıdır ve bir konuda yalan söylemekten daha kötü ve tahripkârdır.

Çetinoğlu: Dinimizde yasaklanan bir başka davranış-söz biçimi de: Gıybet… Gıybet hakkında neler söylemek istersiniz? 
Prof. Yüce: Birisi hakkında sû‐i zanda bulunup sözlerin en yalanını irtikâp eden kimsenin işleyeceği ilk günah gıybettir. Doğru bile olsa, Hz. Peygamber'in ifâdesiyle ‘kişinin her duyduğunu söylemesi ona yalan ve günah olarak yeter’ iken, yalan ve kulaktan dolma söylentilerle başkasını çekiştirmek daha büyük bir günahtır ve ahlakî bir zafiyet olan gıybettir; hatta ondan da öte iftiradır. Maalesef toplum olarak basın ve sosyal medyada duyduklarımızla birçok kişiyi karalamanın bizi yuvarlayacağı ahlaksızlık anaforunun farkında değiliz ve o baldan tatlı görünen zehiri her gün içmekte yâni gıybet etmekteyiz ve iftirada bulunmaktayız. Zira tıpkı gıybet gibi, sû‐i zan da tatlı bir zehirdir ve şeytan onu süsleyerek sunar. Şu âyet bu gerçeğe parmak basmaktadır: ‘Aslında siz Peygamberin ve müminlerin ailelerine artık geri dönemeyeceklerini zannettiniz. Bu zan, gönüllerinizde allanıp pullandı ve yerleşti. Kötü zanlara düştünüz ve helâki hak etmiş kimseler oldunuz.’ (Fetih Sûresi, 48/12)

Çetinoğlu:
Kimileri de çevresindeki insanların gizli hallerini araştırıp, gıybet etmek için malzeme topluyor… 
Prof. Yüce: Sû‐i zanda bulunan kişi maalesef gıybet etmekle yetinmez; yine ahlakî bir yozlaşma olan 'muhatabının gizli hallerini araştırmaya' başlar. Günün teknolojisi dâhil her vasıtaya müracaat ederek onun mahremine girmeye, ona ait eski defterleri açmaya, onun hakkında bilgi toplamaya… koyulur. Şâyet sû‐i zanda bulunan kişi halk arasında itibarı olan bir şahıs ise, yalancı çıkmamak için o zannını kulaktan dolma dedikodular, oluşturulmuş sahte belgeler, kurgulanmış  fiiller, yalanlar, iftiralar vb. ile doğrulamaya çalışır.  İşte menfi anlamdaki algı operasyonları da tam burada devreye girer ve fonksiyonlarını edâ eder. Neticede insanın manevî dünyasının bütünüyle harap olacağını buyurur Cenab‐ı Hak: ‘Bilmediğin şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalb gibi azaların hepsi de sorguya çekilecektir.’ (İsra Sûresi, 17/36) Buyuruyor. 
Bu arada, hadiste belirtildiği gibi, muhatabına karşı ciddî bir kibir içine girer. Zira 'hedef kitlenin onu kendi istediği gibi algılamaları, onun daha üstün/başarılı olduğuna inanmalarıyla doğru orantılıdır', diye düşünür ve bu sâikle muhatabına üstten bakar.

Çetinoğlu:
Üstünlük sağlamak için rekabete girişmek’ uygun bir hareket mi?
Prof. Yüce: İmam Müslim'in rivâyet ettiği hadiste Efendimiz (sas), müminlerin kendi aralarında 'tenafüste'bulunmamasını emretmektedir. Her ne kadar 'hayırda yarışma' anlamında tenafüsün müsbet bir anlamı varsa da, burada dikkat çekilen husus, bazı haksız uygulamalara da müracaat ederek bir konuda kıyasıya rekabetin yanlışlığı ve bunun sû‐i zannın bir meyvesi olduğudur.  
Hadiste dikkat çekilen ve sû‐i zan, tecessüs ve kibre eşlik eden diğer bir ahlakî zafiyet de hasettir. Fahruddin Razî'ye göre  Şeytanı  şeytan yapan duygu olan hased, yedi başlı bir canavardır ve âdeta bütün kötülüklerin kaynağıdır. Hasedle alakalı sâdece bir iki hadis‐i şerif nakletmek vahametini tesbit adına yeterlidir:  Birincisi: ‘Sizi hasedden sakınmaya çağırıyorum. Zira hased, ateşin odunu yakıp kül ettiği gibi, kişinin amellerini yiyip bitirir.’ İkincisi: ‘Bir kişinin kalbinde iman ve hased bir araya toplanamaz.’

Çetinoğlu:
Birbirinin ikiz kardeşi olarak düşünebileceğimiz kirli iki duygu olan kin ve nefret hakkında da söyleyecekleriniz vardır mutlaka… 
Prof. Yüce: Hadis‐i şerife göre, maalesef sû‐i zan sâhibi ulaştığı noktada durmamakta ve zamanla bu zan, kibir ve hasede kin ve nefret de eşlik etmeye başlamaktadır. Az önce söylediğim hadise göre, hakkında kötü zanlar beslenilen, ona karşı kibir gösterilen, hased edilen, kin ve nefret duygularına muhatap edilen kişiyle artık dost olmak mümkün görülmediği gibi bir arada olmak da düşünülmez. Efendimiz bu noktaya da işâret ederek ‘birbirinize yüz çevirmeyin’ buyuruyor. Hadis şârihleri metinde geçen 'tedabür' kelimesini şerh ederken, 'muhatabından kaçmak, onu dinlememek, selam vermemek ve selamını almamak, onunla mücâdele etmek, ona düşmanlık beslemek' gibi anlamlar vermektedirler.

Çetinoğlu:
Bir de ‘niyet okuma’ diyebileceğimiz zararlı bir alışkanlıktan söz ediliyor… 
Prof. Yüce: Niyet okuma, kişinin başkasının söz ve fiillerine kendi zan, ön yargı hatta düşünce, beklenti ve fikirleri zaviyesinden bakıp ona göre değerlendirmesi ve hükümler çıkarmasıdır. Hâlbuki insan gaybı bilemez, başkasının kalbinde geçene yâni niyetine muttali olamaz; o Allah'a ait bir özelliktir. Onun için de Efendimiz eliyle göğsünü işaret ederek ‘Allah dış görünüşünüze değil kalplerinize (niyetimize) bakar’ buyurmuştur. Biz ise zâhire göre hüküm vermekle mükellefiz. Nitekim Hz. Üsame bir gazvede tam kılıcı indireceği anda şehadet getiren birini öldürünce, Hz. Peygamber (sas) ona çok kızmıştı. O kendisini, ‘korkudan  şehâdet getirdi’ diye savununca, ‘kalbini mi yarıp baktın?’ cevabını almıştı.  
Evet, hiç kimse kendisini Allah'ın yerine koyup niyet okuyamaz; objektif, ispatlanabilir ve herkesin kabul edeceği delillere bakmak, onlara dayanarak konuşmak ve hüküm vermek mecburiyetindedir.  Cenab‐ı Hak delilsiz ithamda bulunanlara  şöyle sesleniyor: ‘De ki: Sizin elinizde ortaya koyacağınız bir bilgi, bir belge varsa hemen çıkarıp gösterin! Ama gerçek  şu ki, siz sâdece kuru bir zannın ardından gidiyor ve düpedüz yalan söylüyorsunuz.’ (En'am Sûresi, 6/148) 
Özellikle idâre etme makamında olanların bu konularda daha dikkatli olması gerektiğini ve onların halka karşı sû‐i zanlarının toplumu menfi yönden daha fazla etkileyeceğini Efendimiz (sas) şöyle vurguluyor:  ‘Yönetici, halka sû‐i zan ile davranırsa onları ifsat eder.’ Zira halkın çoğu gerektiği kadar ilim sâhibi olmadığı gibi araştırma yapacak yetenek ve yetkiye de sâhip değiller. Durum böyle olunca da ileri gelenlerin (yönetici ve âlimler) dediklerini kafalarında daha da büyüterek komplo teorilerine ve şehir efsanelerine çevirirler. Cenab‐ı Hak halkın bu kısmına şöyle işaret ediyor:  ‘Onların bir kısmı da ümmîdir. Kitap nedir bilmezler. Bütün bildikleri, kendilerine anlatılan birtakım kuruntu ve uydurmalardır. Onlar sâdece bir zan içindedirler.’ (Bakara Sûresi, 2/78)

Çetinoğlu: 
Bir başka kötü alışkanlık olan ‘Başkalarını yargılama’ hakkında da bilgi lütfeder misiniz?
Prof. Yüce: Birinin başına gelen bela, âfet, hastalık, kaza, musibet gibi istenmeyen hususlardan ötürü, ‘acaba kime zulmetti, hangi günahı işledi, hangi ibâdeti aksattı, hangi hizmetten kaçtı da bu bela başına geldi!’ demek veya bu  şekilde düşünmek de su‐i zandır. Zira özellikle müminlerin başına gelen bela ve musibetlerin bazıları birer imtihan ve derecelerini yükselten birer manevî merdivendir. Nitekim âyette,  ‘Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile, yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!’ (Bakara Sûresi, 2/155) buyrulduğu gibi, hadis‐i şerifte de, ‘Mü'min kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık bir üzüntü hatta bir ufak tasa isâbet edecek olsa, Allah bu sebeple onun günahından bir kısmını mağfiret buyurur.’ Buyrulmaktadır. Bu konuda ölçü  şudur: Kişi kendi başına gelen bir musibet karşısında ‘acaba nerede, nasıl bir hata yaptım da bu başıma geldi’ diyerek âdeta kendisi için savcılık yaparken; mümin kardeşi için, ‘Rabbim bu musibetle onun manevî derecesini yükseltmiştir, günahlarına keffaret olmuştur, telef olan malı sadaka hükmündedir, vefat eden  şehit hükmündedir’ diyerek onun hakkında hüsn‐ü zan beslemeli ve âdeta avukatlığını yapmalıdır.
En büyük sıkıntı ve belaları Peygamberler ve büyük Allah dostlarının yaşadığını hatırlamak gerektiği gibi kimseyi yargılama makamında olmadığımızı unutmamalı ve sû‐i zanna girmemeliyiz.

Çetinoğlu:
Kâmil ve ârif insanlar da ‘Kendinin savcısı, muhataplarının avukatı olmalısınız’ diye tavsiyede bulunuyorlar. 
Peki Hocam bir kişi, ‘aykırı’ olduğu intibaını uyandıran sözler söylediğinde davranışımız nasıl olmalı? 
Prof. Yüce: İlmi, takvası, rehberliği, faaliyetleri ile meşhur zatların, ilk bakışta anlaşılamayan söz ve davranışları için söylenen 'vardır bir hikmeti' vecizesi sorunuza cevap teşkil eder.  Özellikle tasavvuf kültürüyle yoğrulmuş Anadolu insanı, kâmil anlamda istifâde etmek ve himmetine mazhar olmak için mürşide karşı teslimiyetin bir ifâdesi olarak bu vecizeye inanır ve sık sık kullanır. Zira o tür  şahsiyetleri sıradan kimseler gibi değerlendirmenin isabetli olmayacağını gayet iyi bilir. Bu da işin kısmen sübjektif ama bir kıymeti hâiz yönüdür. Tıpkı Hz. Ebûbekir (ra)'in Mi'rac dönüşü Efendimize bakışını belirten şu sözü gibi: ‘O söylediyse doğrudur.’ Öyle ise, böyle zatlardan zuhur edip ilk etapta hikmeti hemen anlaşılmayan veya bazı teamüllere aykırı söz ve davranışlar, apaçık bir  şekilde İslamî ahkâma aykırı olmadıktan sonra, hüsn‐ü zanla karşılanmalı ve sabırla işin neticesi beklenmelidir. 

Çetinoğlu:
Müslümanlar Sû-i zandan nasıl kurtulabilirler?  
Prof. Yüce: Efendimiz (sas) sû‐i zandan kurtuluş çâresini veciz bir  şekilde vermektedir: ‘Ey Allah'ın kulları! Allah'ın size emrettiği gibi kardeş olun.’ Demek ki bu ahlakî zafiyetten kurutulmanın tek yolu kardeşlik hukukuna riâyet etmektir.  Şüphesiz kardeşlik hukukunun temel prensiplerinden birisi de, hüsnü zannı da aşarak ona güvenmektir.  
Efendimiz, ibâdet‐ahlak ilişkisine de dikkat çekmektedir: ‘Hüsnü zan kulluktaki kemalin eseridir.’ Öyle ise, gereğine uygun olarak ihlasla ibâdet edenin sû‐i zanda bulunması düşünülemez; zira ibâdet bu kötü hastalığı tedâvi ederek yok eder. Evet, biz kâmilen ibâdet etmekle yâni hüsnü zanla mükellefiz ve kardeşliği yâni sağlıklı, birbirine güvenen bir toplumu ancak bu yolla oluşturabiliriz.  
Kul hakkı ve psikolojik bir hastalık olan sû‐i zandan kurtulmadıkça ne dinin vazediliş gayesine uygun yaşayabilir, ne de Allah'ın rızasını kazanıp cennete ehil bir fert olabiliriz. Aksi ispatlanıncaya kadar, yâni isnat edilen suç hakkında kesin deliller ortaya konuncaya kadar herkes mâsumdur. 
tenafüs: Çekememek, haset etmek.

Prof. Dr. ABDULHÂKİM YÜCE 
1962 doğumlu olan Abdulhâkim Yüce, 1986'da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ni bitirdi. İki yıl boyunca, alanında araştırma yapmak gayesiyle görev almayıp, özel dersler aldı ve ilmî araştırmalar yaptı. 1988 yılında Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde doktora çalışmalarına ve Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde vaizlik görevine başladı. 
1992'de, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin Tasavvuf Anabilim Dalı'na, asistan olarak tâyin edildi.  Aynı yıl, ‘Razî'ninMefatîhu'lGayb Adlı Tefsiri'ninİşârî Yönü’ başlıklı tezini bitirerek, alanında doktor oldu.
1993 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalına Yar. Doç. Dr. olarak göreve başladı. 1997'de Doçent, 2003'te Profesör oldu. 2009-2011 yılları arasında Iğdır Üniversitesi Rektör Yardımcılığı ve İlahiyat Fakültesi dekanlığı; 2012-2014 yılarında da Celal Bayar Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığı yaptı. 
İngilizce ve Arapça bilen Yüce, hâlen bu görevine devam etmektedir.

Yayınlanmış Kitapları:

*Razi'nin Tefsirinde Tasavvuf: Nil Yayınları, 1996. *Kalb Hayatı (Muhâsibî'den çeviri): Işık Yayınları, 1997.  *Gece İbâdeti: Işık Yayınları, 1999. *Şehitlik ve Şehitlerin Hayatı: Kaynak Kitaplığı, 2001. *Tasavvuf ve Bid'at: Nil Yayınları, 2001). *Efendimizin Bir Günü: Işık Yayınları, 2007. *Bütün Varlığın Zikir  Halkası Tesbiihât: Işık Yayınları, 2009. *Dünya ve Ahirete Bakan Yönleriyle Bizim Yuvamız: Işık Yayınları, 2012. *Konuşma Sanatı ve Hitâbet: Işık Yayınları, 2013. *Kalbi Allah'a Odaklamanın Yolu İtikâf: Işık Yayınları, 2014