Fetih, hayatla iç içe. Fetihsiz hayat yok gibi. Ev yapılan toprak fetihdir. Orada sayısız hayatdan eser kalmaz. Yürüyüş bir fetihtir. Basılan yerde nice canlı, hayata veda eder.

Tarla sürerken, tırpan sallarken, su içerken, lokmaları çiğnerken, mide hazmederken, bağırsaklardan geçiş olurken, bir makama yerleşirken, bir yere tâyin olurken; bitkiler hayatlarını sağlamak, hayvanlar hayatlarını sürdürmek için, hep fetih hareketi içindeler.

Her doğuş batıştan sonradır. Her hayat, sona eren bir hayatın temelleri üstünde yükselir. Hattâ her saâdet, başkasının üzüntüsü üstünde kurulur. Kızın evlenmesi, ana baba için hüzün değil mi? Bâzan işe alınış, başkasının çıkarılması sonucu olmuyor mu?

Tiyatro’da her oyun için ayrı bir sahne kurulmaz. Aynı sahnede sayısız oyunlar oynanır. Dünya da bir sahnedir. Elbette birçok oyuncuları ağırlayacak. Bütün mes’ele oyunu tüm kuralları içinde kalarak sıramızı savmak.

Mahkeme Kadı’ya mülk olmadığı gibi, hiçbir şey bâki değildir. Kimi, bulunduğu yerde           -lâyık olduğu müddetçe-  tabiî süresince kalır; kimi de, hakkını ifa edemediği mevkiden bir vesîle ile uzaklaştırılır. 

Her olayın bir görünen, bir de görünmez yüzü vardır. Görünen yüzü aynanın kara yüzü gibi çirkin olabilir. Görünmez yüzü ise aynanın parlak yüzü gibidir. Aynanın renkli yüzü olmadan renksiz tarafı yâni ayna olmaz.

Olaylar da böyledir. Nice felâketlerden mutluluk doğduğunu çok görmüşüzdür. Aynı toprak parçası üstünde nice medeniyetler doğup battı. Nice insanlar doğup öldü. Nice yıkıntılar üstünde büyük yapılar dikildi.

Velhasıl  “Dünya’da her şeyin kendine özgü bir güzelliği vardır. Fakat her göz bunu göremez.” (Çin Atasözü, Bütün Dünya, Haziran 2000, s.46)

Eğer böyle olmasaydı faaliyet kurur, hareket durur, hayat sönerdi. Kıyamet gelmeden; sessiz bir kıyamet, dünyanın başında kopmuş olurdu.

Evet, hayat fetihler silsilesinden ibaret. Her nefes alış, nefes verişten sonradır. Veriş olmasa, alış olmayacak. Alış olmayınca hayat dumura uğrayacaktı.

Yumurta tavuk hikâyesi gibi; hayattan ölüm, ölümden hayat doğuyor. Hayat olmasa ölüm; ölüm olmasa hayat olmayacak. Demek ki her ikisi de gerekli. Artı eksi kutuplar gibi.

Her bitki neslini çoğaltmak ister. Ve ister ki, yeryüzü sırf kendisiyle kaplansın. Başka bitkilere yer kalmasın. Fakat ilâhî adalet onun bu sınırsız artış ve her yeri kaplamak arzusuna sed çeker. Varlığına ne tamamen son verir ne de bütün dünyayı sarmasına imkân tanır. Mevcudiyetini diğer bitkilerle dengeler.

Keza her hayvan da çoğalmak ister, öyle ki hep kendisi olsun arzu eder. Başkasına hayat hakkı kalmasın der. İlâhî kader ona da bir hat çizer. O hayvanı ne yokluğa iter, ne de sırf onun varlığına olanak tanır. Ona musallat / cebelleş ettiği diğer hayvanlarla sayılarını dengede tutar.

Zira dünyada her bitkiye, her hayvana ihtiyaç var. Ne sadece bir çeşit bitki ne de sadece bir cins hayvan; aksine her çeşit bitki, her cins hayvanla bu dünya şenlenir ancak.

İnsana gelince bu fıtrî fetih arzusu her insan ve her millette de var. Her millet dünyaya hâkim olmayı diler. Bunu da bağlandığı ideolojiyi yaymak, hâkim kılmak için gerçekleştirmek ister.

Her milletteki bu hedefler; milletleri daha doğrusu sâhip oldukları devletleri karşı karşıya getirir. Bütün mes’ele bu hedeflere yürürken; bu yüzden karşı karşıya geldiklerinde veya netice aldıklarında yâni fetih müyesser olup da gerçekleşince, karşı devlet vatandaşlarına nasıl muamele edecekleridir. Evrensel hukuka ne kadar bağlı kalacaklarıdır.

İnsan mükerrem bir varlıktır. Hakikati arar. Böylesi bireylerden oluşan devlet de büyümek, gelişmek ve ilerlemek ihtiyacındadır. Şüphesiz diğer uluslar da aynı şekilde harekete kendilerini  -imkânları nispetinde-  mecbur hissederler.

Bu, var oluşlarının en tabiî neticesidir. Fakat artık bu yayılmacılık, asrımızda ekonomik ve mânevî alanlara kaymıştır. Nitekim Batı’nın madde-mânâ plânında yaptığı misyonerlik faaliyetleri, modern fethin akıncı kollarıdır. Tabiatiyle her millet az çok böyle bir çabanın içindedir.

Gelelim sadede / asıl konuya. Fâtih’in fethine.

İstanbul bir gelin gibiydi. Gelin ise ortak kabul etmez. Ancak birine yâr, öbürüne bâr / yük olacaktı.

Fâtih Sultan Mehmed’e yâr oldu.

Çünkü bundan böyle, cihânın Fâtih gibi cihangîr bir hükümdara; Fâtih’in de dünyayı oradan idare edebileceği, İstanbul gibi  “Dünya Cenneti”  bir şehre ihtiyacı vardı.