Din: Allah tarafından konulan, akıl sahiplerini bizâtihî hayra sevk eden temel esas ve kurallar manzûmesidir. 
Yüce İslâm Dini’nin vâzı-ı, Allah, Mübelliği Haz.Peygamber, dinin esaslarını ve şer’î hükümleri ihtiva eden kitap, Kur’ân-ı Kerim’dir. Böyle olunca, Allah tarafından vazolunmayan, Peygamber tarafından teliğ edilmeyen, esasları-hükümleri ilâhî bir kitap’ta toplanmayan inanç sistemlerine yukarıdaki dinin ta’rifine göre din denilemez. 
Dinin, i’tikada taalluk eden esasları ve şer’î hükümlerin Şâri, Allah ve O’nun izniyle Peygamber’dir. Bu ma’na’da Allah’ın izniyle Haz.Resûl-i Ekrem de Şârî’dir. 
“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı budukları o elçiye, o ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men’eder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr’a (Kur’ân’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (A’raf 7/157) 
(Âyette geçen ağırlıklar ve zincirlerden maksad, Tevrat’ta bulunan, günah işleyen aza’ların kesilmesi, elbiselerine pislik bulaşması halinde pislik bulaşan kısımların kesilip atılması gibi uygulanması çok güç hükümlerdir. Allah’ın Resûlününün tebliğ ettiği Yüce İslâm dininde bu kabil zorluklar tamamen kaldırılmış, zincirler atılmıştır. Bunların yerine kolay, uygulanabilir yeni hükümler getirilmiştir.) 
Yukarıdaki dinin ta’rifine göre, Allah tarafından tahrif edildikleri Kur’ân-ı Kerim’de açıkca beyan buyrulan, bilahare insanlar tarafından dizayn edilen inanç sistemlerine aslâ din denilemez. “İçlerinde bir takım ümmiler vardır ki, Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeylerdir. Onlar sadece zan ve tahminde bulunuyorlar.” 
“Elleriyle bir kitap yazıp sonra onu az bir bedelle (az bir bedel karşılığında) satmak için “Bu Allah katındandır” diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!” (Bakara 2/78, 79) 
Kur’ân-ı Kerim’de, İsrailoğulları (Yahûdiler) hakkında çok geniş bilgiler vardır. Kur’ân-ı Kerim nüzule başlayıp, Peygamber tarafından tebliğ edilmeye başlandığında, Yahûdi’lerin Tevrat’ı tahrif ettikleri pek çok ilâhî emirleri gizledikleri ortaya çıkmıştı. Haz.Peygamber risâlet ve nübüvvet vâzifesiyle gönderildiğinde Arabistan Yarımadası’nda hususiyle, Medine (Yesrib) ve civarında epeyce kalabalık bir Yahûdî topluluğu yaşamaktaydı. Âhirzaman Peygamber’i gönderilmeden önce, yakın zamanda bir Peygamber geleceğini etrafa yayan Yahûdî’ler, Peygamber’imiz gelince birden ağız değiştirdiler. Zira onlar âhirzamanda gelecek Peygamber’in Yahûdî’lerden gelmesini bekliyordular. Araplar arasından, Kureyş içinden çıkınca da onu kıskandılar. Kur’ân-ı Kerim’de Hıristiyanlar’dan ziyâde Yahûdî’ler hakkında geniş bilgi verilmesinin sebeplerinden birisi de budur. Âhirzaman Peygamberi, sonunda hiyânetleri yüzünden onlarla savaşmak ve onları Medine’den sürmek zorunda kalmıştır. Bu sebeple Yahûdî’ler hâlâ bütün Müslümanlara düşmanlıklarını sürdürmekte ve her fırsatta ortaya koymaya devam etmektedirler. 
ŞÎA: Haz.Peygamber’in irtihal-i Dâr-ı Bekâ eylemesinden sonra İslâm Devleti’nin idaresinin Hz.Ali’ye ve onun soyundan gelenlere ait olduğu düşüncesi etrafında birleşen çeşitli fırak-ı Dâlle’nin ortak adıdır. 
Kelime ma’nası, tâbi olmak, desteklemek; Şâyi olmak çoğalmak, “anlamındaki şiya kökünden türeyen, Şîa kelimesi, taraftar yardımcı, destekleyici, bir işi gerçekleştirmek için bir kimse etrafında toplanan grup” ma’nasına gelir. Müfredi Şîî biçiminde kullanılır. 
Şîa’nın, Haz.Peygamber’in Dâr-ı Bekâ’ya intikali ile birlikte, Haz.Peygamber’den sonra İslâm Devleti’nin başına Haz.Ali ve onun soyundan imamların gelmesi gerektiğine inananlar tarafından başlatıldığını söyleyenler varsa da, İbn-i Hazm, bu fitne’nin Haz.Osman’ın şehid edilmesinin ardından, Abdullap İbn-i Seb’e tarafından başlatıldığını söyler. Doğru olan ve mâvaka’a uygun olan da budur. 
Önceleri, Haz.Ali ve soyundan gelenlerin hilâfete en lâyık olanlar olduğu fikri etrafında toplananların Kerbelâ Vaka’sının akabinden sür’atle yayılan Emevî düşmanlığı ile Haz.Ali ve evladına karşı duyulan siyâsî taraftarlık zaman içinde herhangi bir mezhebcilikten ziyâde bir inanç sistemi haline getirilmiştir. 
Dolayısiyle Şîî’lik İslâm’ın içinde esasta bir olup, şer’î ve fer’î ba’zı mes’elelerde farklı içtihadları ve görüşleri olan hakk mezhep’ler ve Fırak-ı Dâlle gibi değildir. Ayrı bir “Din” hâşâ din denilmez, çünkü dinin ta’rifine uymaz, ama bir inanç sistemi diyebiliriz. 
Nasıl bir inanç sistemi? Tam karma çorba bir inanç sistemi... İçinde derde devâ’dan başka her şey var!... 
Gulât-ı Şîa, daha yaygın deyimiyle Gâliyye: 
Haz.Peygamber’in Dâr-ı Bekâ’ya intikalinden sonra Medine’de, Haz.Ali’ye dâir Mesihî öğretiler ortaya atan. Haz.Ali’ye hâşâ ilahlık, Peygamberlik izâfe eden Abdullah İbn-i Sebe’e’nin yolundan gidenler inanç sistemine Sebeiyye diye, ad vermişlerse de, Abdullah İbn-i Sebe’e’nin bu hareketi bir fırkaya dönüşememiştir. 
Bu arada, Abdullah İbn-i Sebe’e’nin, Haz.Ali’nin ilahlığı ve Peygamber’liği de dahil olmak üzere, “Beda”, hâşâ Allah’ın herhangi bir şeyi bilmez iken daha sonra bilmesi veya meydana geleceğini haber verdiği bir olayın daha sonra başka bir şekilde gerçekleşmesi... 
“Rec’at” Hâşâ! Peygamber’liğin sona ermediği, zaman içinde imametin Peygamberliğe dönüşeceği, imamların Resûl-i Ekrem’in vârisleri oldukları, nübüvvet otoritesine sahip bulundukları, mutlâk gaybı bildikleri, bir kısmının ise ölmeyip insanlardan belli bir süre uzaklaştıkları ve tekrar insanların arasına dönecekleri... 
Tenâsuh: Kadîm bir Hint Felsefesi olan tenâsuh, insanlar öldükten sonra ruhların bir bedenden başka bir bedene, hattâ bir insan bedeninden herhangi bir hayvan bedenine intikâli... 
Kur’ân ve Sünnetteki dinî nas’ları herhangi bir gerekçeye dayanmaksızın bâtınî ma’na’da te’vi etme ve onlardan kasd edilmeyen başka ma’na’lar çıkarma gibi, Kur’ân ve sünnetin yanı sıra, İslâm toplumunca asla tasvip görmeyen düşünceler bu inanç sisteminin temel esaslarıdır. 
Hz.Ali’nin ilahlığını ve ölümsüzlüğünü iddia eden Sebeiyye; yine Ali’nin ilahlığını vâsiliğini, Ali Evladının kutsallığını, geleceği bildiğini, ayrıca tenâsuh, rec’at, bedâ ve ibâha ile alakalı iddilar ileri süren ve Keysâniyye ismi altında toplanan Beyâniyye, Cenâhiyye, Harbiyye, Hârisiyye, Hâşimiyye, Kerbiyye, Muhtâriyye, Rizâmiyye gibi fırkalar gâlî gruplar olarak kabul edilmektedir. 
Zamanımıza kadar gelen aşırı fırkalardan birisi de İbnü’n-Nusayr en-Nemiriye nisbet edilen Nuseyriyye’dir. Kendi ülkesini kan gölüne dönüştüren, kendi vatandaşlarını Silahlı Kuvvetlerine bombalatan Suriye kasabı zâlim ve gaddâr Esed’in de bir Nuseyri olduğu gerçeği unutulmamalıdır...