Son yıllar’da, TV kanallarında yayınlanan belgeseller’de, piyasa’ya verilen kitaplar’da ve sosyal medya dedikleri internet ortamında, öylesine senaryo’lar sahneye konuluyor ki, küçük dilinizi yutmamak, hayretler içinde kalmamak mümkün değildir. 
1924 yılında, İslâmî ilimler müesseseleri, medreseler kapatıldığında, henüz me’zûn olmayan son sınıf talebesi bile memleketlerine, kasaba ve köylerine dönmüşler, rejimin saldığı korku ve dehşet karşısında, mevcud dinî kitaplarını toprağa gömmüşler, kendi çocuklarına, yakınlarına bile bir “Besmele” çektirmekten imtina etmişlerdi. Medrese’lerde, müderris olanlar, dersiâmlar, özellikle Medrese-i Kuzât me’zûnu olanlar, devletin çeşitli kademelerinde çeşitli me’mûriyetlere ta’yin edildiler. 
Dersiâm olanlara, dersiâmlık maaşı bağlanarak istemeleri halinde bu sıfatlarıyla, İstanbul’daki Selâtîn Cami’lerde ve diğer büyük şehirlerde va’az etme salâhiyeti verildi. Medrese-i Kuzât me’zûnu olanlara talepleri halinde, hiçbir şart aranmaksızın Avukatlık Ruhsatı verildi. Talepleri halinde, hâkimlik ve Müddaî umum’luk (C.Savcılığı) verildi. Hâkimlik ve Savcılık mesleğini tercih edenler, büyük şehirlerde ve Anadolu’nun muhtelif il ve ilçe’lerinde, sakallarını, bıyıklarını kestirdiler, şehir kulüplerinde, yeni rejime ayak uydurabilmek için, içki ve kumar masalarına oturdular. 
Medrese’lerden sonra, 1925 yılında, tekke, zâviye ve türbeler de kapatılmıştı. Filhakîka, tekke’ler, aslında mevcud olan sâfiyetini kaybetmiş Meclis-i Meşâyih’in akraba-yaren ve dostlarına birer mevki-makam tahsis ettiği bürokratik devlet kuruluşu haline gelmişlerdi. 
Rejimin teklif ettiği bütün bu makam ve mevkî’leri elinin tersiyle bir tarafa itip, şartlar ve imkânlar müvacehesinde Dinî-İslâmî ilimlerin tedrisi için, Ender-i Nâdir, bir-kaç Zât-ı Muhterem vardı. Bu zor şart’lar altında, her şeye rağmen, coğrafî özelliklerin te’min ettiği fırsatlardan faydalanarak, Doğu ve Güneydoğu’da İslâmî ilimleri tedris eden eli öpülesi Muhterem Zevât hakkında maalesef, fazla bir ma’lûmata sahip değiliz. 
Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’leri, Medrese’ler kapatıldığında Dersiâm olması i’tibâriyle, kendisine dersiâmlık maaşı bağlanmış ve bu sıfatıyla, İstanbul’daki “Selâtîn” Cami’lerde va’az etme salahiyetine haizdi. Başkaları gibi davransaydı, maaşını alır, haftanın bir-iki günü Kürsü’ye çıkar va’az’ını verir çok rahat bir ömür sürerdi. O öyle yapmadı, 1924 yılından i’tibâren, müesseseler olmadığına göre “kendi çapımda, dînî tedrisatı nasıl devam ettiririm,” diye bütün imkân ve şerâiti zorlamaya başladı. 
Destansı mücâdelesiyle, Türkiye’de ve dünya’da, din eğitimi konusunda bizzat kendileri ve tedris sistemini her şart altında devam ettiren talebesi, 20.Asr’a damgasını-mührünü vurmuştur. (Süleyman Efendi Hazretlerinin bu destansı mücâdelesini, Allah nasip ederse, “Bütün veçheleriyle Süleyman Efendi Hazretleri,” çalışmamızda anlatmaya çalışacağız.) 
Dersiâm’lardan Merhûm, Oflu Dursun Efendi Hazret’leri de (Dursun Güven) Karadeniz’in, “Kuş Uçmaz, Kervan Geçmez” yerlerinde sarp dağlarda ve vâdilerde yüzlerce binlerce âlim yetiştirmiştir. 
1950’li yılların ortalarında, Demokrat Parti İktidarının ilk yıllarında, İstanbul, Kısıklı, Çilehâne ve Kırklarde, yüzlerce talebe’ye Süleyman Efendi Hazret’leri bizzat veya bilvasıta, Tekâmül Derecesinde ders okuttuğu yıllar’da, Diyânet İşleri Riyâseti (Başkanlığı) Müşâvere Hey’eti Reisi, Merhûm, Hasan Fehin Başoğlu, Hasan Hüsnü Erdem, Şehid Oral gibi Hoca’larımız, Süleyman Efendi Hazretleri, “Allah senden râzî olsun, asgarî Zarûrhat-ı Diniyye’yi okutmak Farz-ı Ayn’dır, famat daha ileri derece’de İslâmî ilimleri tedris Farz-ı Kifâye’dir. Kıyâmet gününde Rabbimiz bizden sual ettiğinde, “Yarab! Gördük, Şâhid olduk Süleyman kulun dinini öğretiyordu. İleri derecede İslâmî ilimleri tedris ediyordu. Onun yüzü suyu hürmetine bizleri de afvet! diyeceğiz,” diyorlardı. Süleyman Hilmi Silistrevî Efendi Hazret’lerinin (k.s.) mümeyyiz vasfı, Anadolu’dan bir şekilde, İstanbul’a gelmiş fakir-fukara çocuklarının, öncelikle, iaşe ve ibâte’sini sağlamak, sonra da, bizzat kendisinin geliştirdiği bir metod ile, normal tedrisat sistemlerinde 20-25 yılda ancak kat’edilebilinen mesâfeleri en fazla üç-dört sene zarfında kat’ettirirdi. 1950’li yıllar’da, Süleyman Efendi Hazret’lerinin bizzat veya bilvâsıta, tedris sistemine-Tekâmüle aldığı her talebe, bilâ istisnâ, bu yıllarda açılan (Diyânet İşleri Reisliğince açılan) Müftülük-Vâiz’lik imtihanlarını kazanmışlardır. Bu ma’na’da açılan en son müftülük-vâizlik imtihanı 1963 yılının, Mayıs ayının üçüncü haftası yapılmış ve iştirak edenlerin kâhir ekseriyyeti kazanmışlardı. 
1970 yılına gelindiğinde, Diyânet İşleri Başkanlığında Merkez Teşkilâtı da dâhil olmak üzere, personel sayısı, 39.000 civarında idi. Bunlardan, 29.000’i bizzat veya bilvâsıta, Süleyman Efendi Hazretlerinde okumuş, Diyânet İşleri Başkanlığınca açılmış imtihanları kazanmış, müftü, vaiz, Kur’ân kursu muallimi, imam, hatip, müezzin, kayyım’lardan oluşuyordu. Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi, “Biz, cümudu nefesimizle erittik de ortalık çamurdan geçilmez oldu.” Ortalık biraz yumuşayınca, nîce tatlı su kahramanları ortalıklarda dolaşmaya başladılar. 1924’den, 1970’li, 1980’li yıllara kadar devam eden bu fetret döneminden bahsedilirken, herkes birilerini Süleyman Efendi Hazretlerine iliştirmeye, eklemeye çalışıyorlar. 
Bu dönem’den bahsedenler, söze “Süleyman Hilmi Tunahan’lar, Said Nursî’ler”, diye başlıyorlar. Ya da, “Süleyman Hilmi Tunahan’lar, Gönen’li Mehmed Efendiler,” diye başlıyorlar. 
Abe, Aziz Kardeşler! Said Nursî Anadolu’nun muhtelif yerlerinde, Kur’ân kursu açtığı-açtırdığı, İslâmî ilimleri tedris ettiği-ettirdiği için, sürgün edilmedi ki! 
Gönen’li Mehmed Efendi’nin, imamlık ve fahrî olarak İstanbul’un ba’zı cami’lerinde kadınlara mahsus va’az ve nasîhatlerinden başka herhangi bir faaliyeti olmadı ki!
Yıllardır, dillerde dolaştırılan, çeşitli mahfillerde anlatılan, son yıllarda da, kitaplara konu edilen ve internet ortamında dolaştırılan böylesine bir “İliştirme ve Ekleme” hikâyesini anlatayım; 
Efendim, anlatılan, yazılan çizilen şu: 
Güyâ, Denizli Mahpushâne’sinde yıllarca Başkardiyanlık yapmış birisi hikâye etmiş... 
Yıllar önce, Denizli Mahpushânesi’nde mevkûf üç âlim varmış. Bunlar’dan birisi, çok sâkin kendi halinde birisiymiş, bir diğeri diğerlerine göre daha genç olmasına rağmen, yine sâkin huylu birisiymiş... Üçüncüsü ise, çok öfkeli, haşîn bakışlarıyla bile karşısındakini yıldıran birisiymiş... 
Aynı koğuşta kalıyorlarmış, bulundukları koğuş en dip bölümde ve dokuz ayrı kilitli demirkapı’nın arkasında olmalarına rağmen, Cum’a günleri kapılar bir bir açılır, bu üç zât Cum’a Namazlarını kılmaya giderlermiş, sonra da, hiç bir şey olmamış gibi geri dönüm koğuşlarına yerleşirlermiş. Nisbeten yaşlıca ve son derece sâkin olan, Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazret’leriymiş, genç ve fakat buna rağmen sâkin olan, Gönen’li Mehmed Efendiymiş, daha yaşlıca olan ve fakat hırçın, öfkeli olan da, Said Nursi’ymiş... İlk duyduğumda katıla katıla güldüm.
Said Nursî’nin, Denizli Mahpushâne’sinde bir müddet misâfir edildiği doğrudur. Gönen’li Mehmed Efendi’nin Denizli Mahpushanesinde mevkûf tutulduğunu hiç tahmin etmiyorum. Hatta ve hattâ, Gönen’li Mehmed Efendi’nin ne Denizli’de ve ne de bir başka yerde tevkîf edilmesi, hattâ hakkında herhangi bir ta’kibatta bulunulması için hiç bir sebep yoktu. 
Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretlerine gelince, ikâmetgahı İstanbul’da olduğu için def’aatle bu şehir’de ta’kibata uğramış, Müteferri kaya celp edilmiş, Almanya’dan getirilen, Hitler dönemine ait işkence aletleriyle işkencelere tâbî tutulmuş, Tabutluk’ta dayanılmaz işkencelere tâbi tutulmuştur. En son, 1957 yılında, devrin Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve damadı, devrin Kütahya Milletvekili Ahmet İhsan Gürsoy’un şen’î bir iftira ve bühtanları sebebiyle Kütahya Mahpushânesinde damadı, Kemal Kacar, talebesinden, Mustafa Özdemir, Kütahya eşrafından Merhum Hacı Nuri Temizlerler ile birlikte Kütahya Mahpushânesi’nde, 59 gün mevkûf kaldıktan sonra ilk duruşmada, iftira ve bühtanın ne kadar saçma şeyler olduğu mahkemece tesbit edilmiş ve bihakkın, tahliyelerine ve berâ’etlerine karar verilmiştir. 
Demem odur ki, Süleyman Efendi Hazret’leri Kütahya Mahpushâne’sinde 1957 yılında kalmıştır. Oysaki, Said Nursî’nin Denizli Mahpushanesinde tutulması daha önceki yıllardadır. 
Tipik bir İliştirme ve Ekleme...